FAŞİZMİ ANLAMAK – 3: HİYERARŞİ VE ÖRGÜTLENME | Hakan Aydın

0
1683

Faşist parti ve hareketler, bireye yüksek saygınlık kazandırmak için bireyin yaratıcı etkinliğini yüceltiyordu.  Devlet içerisinde birey tamamen kendisi olacak, yazgısı ulusal topluluğun yazgısıyla ortaklaşacak, ulusal geleceğin büyüklüğü içerisinde ve yeteneklerine denk düşen yerinde, ulusal hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelecekti. Doğal olarak, bireye “kendinin bilincini” yüklemek gerekiyordu. Birey, devlet içinde eritilmesiyle, devletin özgürlüğünde özgürleşecekti, ölümsüz değerlerin koruyucusu olacaktı.

Birey, bu şekilde özgürleşmesiyle, o zamana kadar kendini kuşatan materyalist “pisliklerden” kurtulacak, yeni erdemlerle birlikte “kuralların ve ekmeğin eski tadını” kazanacaktı. Birey, içinde etkinlik göstereceği “doğal” gruplara dâhil olmalıydı. Bu gruplar, bir yandan aile ve semt toplulukları gibi yaşam çevresi, öte yandan bireyin kendi seçimine göre meslek sahibi (üretici) olarak katıldığı topluluklardı. Bireyin üyesi bulunduğu grupla arasında çıkar özdeşliği bulunacak, birey, taşıdığı sorumluluk ve üstlendiği ödevlerle özgür olacaktı.

Her üç harekette, toplumsal sınıfları yadsımak adına bireyler arasındaki değer farklılıklarını ileri sürüyordu. Hiçbir grup, hiçbir tür, hiçbir birey, komşu bireyler ya da gruplar aynı yeteneklere sahip değildi. NSDAP’a göre, ırklar da eşitsiz olduğu için aynı ırkın bireyleri de eşit olamazdı. Eşitsizlik, insan türünün vazgeçemeyeceği türden bir “doğa yasasıydı”.

Birey başarısız olursa, eksik yetenekleri ya da yetersiz istenci nedeniyle olurdu. Hatalardan, istemli ya da istemsiz yalnızc birey sorumluydu. Bireysel ilerleme, bireysel savaşımla mümkündü. Bir yanda iyiler ve güçlüler vardı, diğer yanda kötüler ve güçsüzler… Hitler, “en iyinin ve en güçlünün zaferi”, “kötülerin ve güçsüzlerin bağımlılığı”, hep “bu dünyayı yöneten sonsuz istencin” sonuçlarıdır, diyordu. (A. Hitler, Kavgam, 1925)

Böylece; toplumsal topluluk içerisinde, en düşük yeteneklilere yazgıya ağırbaşlılıkla boyun eğme; orta nitelikteki bireylere, direngenlik ve istençlerinin kimilerine en iyi yerlere yükselme olanağını vereceği umuduyla, günlük görevin yerine getirilmesi; üstün bireylere de büyük ulusal yazgılar, yığınların yönetilmesi, öteki insanların egemenlik altına alınması düşüyordu. İstenci eyleme dönüşen, erdemlerini örnek olarak gösteren, ulusal (ırksal) görev bilincini çelikleştiren, gerçeği elinde tuttuğu inancını egemen kılmak için bütün araçların (vaaz ve sopa) kullanılması gerektiğine inanan, Marksizme nefreti önüne geçilmez bir kararlılıkla kızıştıran Faşist, Nazi, Falanjist, yeni bir birey oluşuyordu. Bu gizil güçler, güçlü insanlarda hareketten önce de vardı. Ama Marksist eşitlikçilik tarafından ezilmiş ve liberal tekdüzelik tarafından bastırılmış bulunuyorlardı. (R. Bourderon, Faşizm, 1979)

Her üç harekette de toplumsal sınıflardan söz edilemezdi. Birey anlayışının tek işlevi, bireyde toplumsal ilişkilere bağlı gelişecek sınıf bilincinin geriye dönüş olanağını ortadan kaldırmaktı. Örgütlenme ve hiyerarşi kaynağını buradan alıyordu. 

Devlet sorumluluğuna atanacak bireylerin seçimi, seçim yasalarına bırakılamazdı. Başarıyla yönetmeye yetenekli kişiler, “ayıklama ilkesi” ile bulunacaktı. Ulusal sorumluluk alma yeteneği sadece seçkinlerde olabilirdi. Ayıklanma ilkesi, aristokratik değildi, “seçkinler” de ayıklanma sonucunda değişebilirdi. En ince alanlara kadar ulaşan, kaynağı ne Marksizmin istediği gibi büyük yığınlar yasasına, ne de Liberalizmin seçim kazanma yasasına bağlı olan kişisel ilerleme yoluyla işleyecek toplumsal devingenlik oluşturulacaktı.

İktidar, aşağıdan yukarı değil, yukarıdan aşağıya doğru çalışacaktı. Doğal yasa gereğince “en üstün bireyler” diğer bireyleri egemenlik altına alacaklardı. En iyilerden en kötülere, bireylerin kendi aralarında egemenlik ilişkileri kuran hiyerarşi basamaklarında “herkes kendi yerindeydi”. Her bireyin, egemenliği altında bulunan alt basamak karşısında otoritesi de üst basamağa karşı sorumluluğu da tartışılamazdı. Her şef, yetkiyi üst şeften alabilirdi, üst şef tarafından görevden alınabilirdi.

Herhangi bir temsili kurumun (meclis, komite vb.) herhangi bir kararda yetkisi olamazdı. Bu ilke aynı zamanda, seçkinin, çoğunluk tarafından denetiminin reddiydi. Kurullar olabilirdi ancak bu kurullar şefi aydınlatır, teknik konularda danışmanlık yapabilirdi. Şef, her üst birey gibi sorumluluklarını ve yazgısını tam bir bağımsızlıkla benimseyen yalnız kişiydi, tek başına karar verirdi. Aslında, her hiyerarşik düzeydeki şef, gözü bağlı olarak yukarıdan gelen emirlerin uygulayıcısıydı. Yukarıdan gelen emirler tartışmasız ve açıklayıcı bilgiye ihtiyaç duymadan uygulanmalı ya da bir alt hiyerarşideki şefe yansıtılmalıydı. Şef ilkesi, her üç hareket içinde yaşamın hangi alanında olursa olsun otorite kullanımının temeliydi.

Devlet, hiyerarşi ilkesi gereğince; acımasız ayıklanmadan başarıyla çıkan çağdaşlarının “en iyisi”, “en yeteneklisi”, “en kahramanı” olacak tek bir birey tarafından yönetilmeliydi. Bu birey, ulusun içerisindeki ayıklanma sonucunda; halkın tüm erdemlerini kişiliğinde toplayan, ırksal yazgıyı ete kemiğe büründüren, devletin hiyerarşik örgütlenmesiyle ulusal yazgı birliğinin kavuşması noktasına oturan, gizemli bir inanışın bürünümüydü. Kişiliği, herhangi bir devlet başkanı ile kıyaslanamazdı: İtalya’da Mussolini “Duçe”, Almanya’da Hitler “Führer” ve İspanya’da Franco “Caudillo” olarak ete kemiğe bürünüyorlar, olağanüstü nitelikleri ile ölümlü insanların üzerindeki yerlerini alıyorlardı.

Hiyerarşik aşamanın doruğunda, akla aykırılık zincirinden boşanıyordu: Artık, demokratik özlemleri silip süpürmeye, iktidarın işçi sınıfı tarafından alınarak toplumun dönüştürülmesini sağlamak isteyen Marksist umutların toplumsal temellerini çökertmeye, saygınlığını yitirmiş bulunan siyasi biçimleri ortadan kaldırmaya kadir-i mutlak bir iktidar ortaya çıkıyordu.

Emeğin en yüksek manevi ve insani saygınlık değerlerinden biri olduğu her üç hareket tarafından da kabul ediliyordu ancak aynı emeğin bağımsız bir şekilde örgütlendiği, kendi öz baskı araçlarını geliştirdiği emekçi örgütlenmesi kabul edilmiyordu. Bir toplumsal sınıfa özgü örgütlenme ve eylem biçimlerinin, “gereksiz ve zararlı” olduğunun kabul edilmesi temel fikirlerdendi. Toplumsal topluluğu oluşturan bireylerin, özdeş çıkarları temelinde “zaman zaman” ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklar ikincil nitelikteydi, gerektiğinde devlet uzlaştırma görevini yerine getirecekti. Uzlaşmazlık ya da yıkıcı çatışmaların çözümlemelerini devlet uygun gördüğü şekilde sağlayacaktı.

Çalışmak hak ve görevdi. Hareketlerin kuracakları yeni toplum, başkalarının emeğini sömüren “aylaklara” (işsiz-güçsüz) izin vermeyecekti. Birey, kendi öz çıkarları için oluşturulmuş görevli birlikler içerisinde bir araya gelecekti. Gelecekteki ulusal devlette, emeğin korunması, bağımsız toplumsal gruplar olarak örgütlenmiş emeğin işi olmayacaktı. Her üç harekette, ulusal üretimin düzenini bozarak “emekçilerin çıkarlarına da ters düşecek olan” grev türü eylemler reddediliyordu.

Kapitalizmin kötülenmesi, büyük anonim şirketlerin kötülenmesiyle sınırlıydı. Her üç harekette de, üretken sermayenin övgüsü, vurguncu sermayenin kötülenmesi ve özel mülkiyetin haklılığı vurgulanıyordu. Bu ortak temeller, malların ve servetlerin toplumsallaştırılmasını, yeniden dağıtılmasını ya da paylaştırılmasını ifade eden köktenci dönüşümleri dışlıyordu. Sermayesini üretime yatırmış bulunan patron değerliydi çünkü bu sermaye “halk ekonomisi ile birleşmişti.” Sendikal örgütlerin görevi ise sermaye sahipleri ile emekçilerin uyum içerisinde çalışmasını sağlamaktı.

FALANJ’a göre; patronlar, girişimciler ve sanayiciler, işçilerle birlikte devleti de sömüren kapitalist sistemin bir parçasını “oluşturmuyorlardı”. Sermayenin, mülkiyet olarak bireylerin ellerinde tutulmasının önemi yoktu. Bu sermaye üretime yatırıldığı zaman ne kapitalizme yol açıyordu, ne de sömürüye! Buna karşılık, mali (vurguncu) sermaye üreticilerin sömürüsüne götürüyordu. NSDAP, üretici sermayeyi destekliyor, Yahudi düşmanlığı teorisini, mali (vurguncu) sermayenin “asalak” Yahudilerin sermayesi olarak üretimden gelen zenginliği sömürdüğüne bağlıyordu. Üstelik bu, “Marksist bir komplonun” eseriydi. PNF’ye göre kapitalist uygarlığın ekonomik değerleri korunmalıydı ancak tekellerin ve kapitalizmin “öteki uzmanlık alanlarının” saldırısından kurtulmak gerekiyordu. Mussolini, daha açık ifade ediyordu: “Devlet mümkün ve makul olan bütün denetimleri uygulamalı fakat her türlü ekonomik yönetim biçiminden vazgeçmelidir. Bu onun işi değildir. Kamu hizmetleri bile bir tek onun tekelinde olmamalıdır.” (Aktaran: Z. Sternhell, Faşist İdeolojinin Doğuşu, 1989)

İşletmeler üzerindeki toplumsal uzlaşma, ulusal uzlaşma zincirinin halkalarından birisiydi. İşletme çalışanlarının her birisi, “doğal” hiyerarşi ilkesi gereğince, hakkıyla, tam da kendisine düşen yerde olduğu için dayanışmış bireylerdi, aralarında uzlaşmaz çelişkiler bulunmuyordu. Bireysel zenginleşmenin kaynağı durumundaki üretimin gelişmesinden hepsi de “aynı derecede” çıkar sağlayan çalışma arkadaşları olarak “korporasyona” temel teşkil edecek üreticiler topluluğunu oluşturuyorlardı. 

Anti-Marksist “Ulusal emekçiler toplumu” ya da “ulusal emekçilerin gerçek sosyalizmi”, işçi sınıfına ulusal duygularını geri kazandırarak kuruluyordu.  

Teorik olarak kendini “tamamlayan” faşist hareketler, istemlerinin gerçekleşmesini sağlayacak türden bir genişleme modeli bulmalıydı. Yalnız üye toplamakla yetinmeden, büyük kitleler halinde yandaş toplayarak topluma “gerektiği gibi” yerleşmeleri gerekiyordu. Bu durumda, her üç harekette kendilerini yığın hareketi olarak görüyorlardı. Öyleyse; sınırlı bir toplumsal çevreden çıkarak yeteneksiz burjuva partilerini aşmak ve yığınlar neredeyse oralara gitmek, sokak ilişkileri kurmak, seçim teması dışında başka bir temas geliştirmek ve yığınları hareketin etrafında bir araya getirmek gerekiyordu.

Halka yayılmış bir yandaş topluluğu oluşturmak örgütlenme biçiminin temel öğesi olacaktı. Hareketlerin propaganda ve siyasi müdahalesi açısından, emekçileri Marksizm’den koparmak ve ulusal kampla birleştirmek son derece önemliydi. Hareketlerin, halk yığınlarını elde etmeye yönelik çalışmaları, elbette demokratik biçimde çalışacakları anlamına gelmiyordu.

PNF’de karar yetkisi, 1923’ten beri “Duçe” Mussolini’deydi. Partideki tüm seçim yöntemleri 1926’da ortadan kaldırılmıştı.

NSDAP, kendisini daha düzenli bir biçimde örgütlemişti. 1928’den itibaren tek bir otorite merkezinden idare edilen harekette iki siyasal yönetim vardı. Yerleşik rejime karşı savaşım için gerekli eylem biçimlerini planlayan ve parti çalışmalarını örgütlemeye çalışan Saldırı Seksiyonu ve yeni rejimin kuruluşu ile ilgilenecek Kurma Seksiyonu. Örgütlenme ilkelerini saptayan Hitler, tüm gücün mutlak otorite olacak Şef’in elinde toplanmasında direniyordu: “Bir siyasal partinin gücü hiçbir zaman üyelerinden her birinin zekâsında ve düşünce bağımsızlığında değil, ama daha çok bu üyelerin manevi komutanlığı izlemekte gösterdikleri boyun eğme ve disiplin ruhundadır.” (A. Hitler, Kavgam, 1925)

FALANJ Organizasyon Şeması

FALANJ, 1939 tüzüğünde bir organizasyon şeması yaratmıştı. Bu şemaya göre, Ulusal şef, otoritenin biricik kaynağıydı ve ayrıcalıklarını başka hiçbir kişi ya da kurumla paylaşmıyordu. Öte yandan parti, dev bir şef organizması olarak ortaya çıkıyordu. Hiyerarşik dikey kuruluş, alt birliklerin üst birlikler karşısındaki her türlü yetkisini dışlıyor, alt birliklerin uygulama organları haline getirilmesini sağlıyordu. Parti örgütü iki bölüme ayrılıyordu: Bir bölümü yığın örgütlerinin denetim ve atılım organıydı, diğer bölümü ise devlet sorunlarının çözümü, iktidar kadrolarının yetiştirilmesi ile ilgileniyordu. Bu hizmetler, “Caudillo” tarafından atanmış bulunan gezici denetmeler eliyle doğrudan denetleniyordu.

PNF’de “Squadre d’azione” denilen eylem mangaları (Kara Gömlekliler), NSDAP’ta SA (Kahverengi Gömlekliler) ile SS ve FALANJ’da milisler (Sivil Muhafızlar) ile birlikte saldırı toplulukları olmayan hiçbir hareket kalmıyordu. Saldırı birimlerinin görevleri, yalnızca, toplantı ya da mitinglerin güvenliğini sağlamak değildi, hatta bu görevler ikincil nitelik taşıyordu. Keyfe bağlı dirençleri kırmak, ulusal birliğin gerçekleşmesine karşı gelişecek direnci bastırmak, Anti-Marksist mücadelenin gerektirdiği “gücü” ortaya çıkarmak esas görevleriydi.

İtalya – Kara Gömlekliler

Her üç harekette de, gençlik örgütleri çok önemliydi. Genç erkekler, paramiliter (yarı askeri) kadrolar olarak biçimlendiriliyordu. Ücretli emekçi yığınların “ulusallaştırılması” için sendikalar çok önemliydi. Memurlar ve diğer meslek örgütlerinin yapılandırılmaları yakından takip ediliyordu.

Almanya – Kahverengi Gömlekliler

Hareketlerin örgütlenmesi; ülkenin yönetsel çerçevesine yakın, ulusal, bölgesel ve yerel bölünmelere göre dikey bir organizasyondan oluşuyordu. Örgütler, köklerini, hem örgütle tamamen bütünleşmiş hem de bağımsız nitelik taşıyan yığınlardan alıyorlardı. Bu sivil yığın örgütlerinin yanında saldırı birlikleri de hareketlerin militer örgütlenmesini oluşturacaktı.

İspanya – Sivil Muhafızlar

Her üç harekette, iç örgütlenmelerindeki hiyerarşik düzeni toplumsal örgütlenmeye taşıyorlardı. Hareketlerin otokratik merkeziyetçiliği toplum üzerinde belirginleştirilecekti. Yalnızca “yığınların kurtarılması”nı sağlamak değil, aynı zamanda onları “yola getirmek”, benliklerini saran kötülüklerden “arındırmak” ve sorunlu olanları da toplumsal görevlerden dışarıya atmak gerekiyordu. Özel çözümler; militer (askeri) örgütlenmede görünüyordu. Bir yandan Marksist “düşmanı” ortadan kaldırmaya, bir yandan da yeni inancı aşılamaya yönelik olarak “en aşırı araçlar” kullanılabilirdi.

Bir sonraki yazımızda; Faşizmin propaganda ve eylem biçimlerini açacağız…

Hakan Aydın

[email protected]

Not: Kaynak bilgisi ile partilerin/hareketlerin programları yazı dizisinin bitiminde ayrıca sunulacaktır.