Aycan YILMAZ ile Mübadele Hakkında Konuştuk

0
3699

Çatalca’daki İki Yaka Mübadilleri Derneği’nin açılışına davetli olarak katılan ” Bir Mübadele Öyküsü ” kitabının yazarı Aycan YILMAZ ile sohbet etme fırsatı bulduk. 1949 Niğde / Yeşilburç doğumlu Yılmaz, Ekonomi Maliye Bölümü mezunu. Özel bir firmada uzun yıllar müfettişlik, pazarlama ve satış müdürlüğü yanı sıra Ticaret odası Başkanlığı görevlerini yaptı.

Aynı zamanda Yunanca ve Fransızca bilen Aycan YILMAZ, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı Bölümüne misafir öğrenci olarak giriş yaptı.

Bir Mübadele Öyküsü adlı kitabı 2017 yılında ” Μια Ιστορία Ανταλλαγής” adıyla Yunancaya çevrildi ve Mayıs 2107’de Yunanistan’da 3 ayrı şehirde kitap tanıtım ve imza günü toplantıları yapıldı. Ayrıca ERT3 Radyo kanalının da canlı yayın konuğu oldu.

Aynı zamanda Yunanistan’ın Devlet Televizyon Kanalı olan EPT 3’ün sponsorluğunda Grevena Belediyesi tarafından 17,18 ve 19 Ağustos 2018 günlerinde Yunanistan’da düzenlenen sempozyuma adı geçen Belediye tarafından konuşmacı olarak davet edildi.

Yaptığım sunumun konusu ise;

“Yunanistan’ın Batı Makedonya Bölgesinden (yani Grevena’dan ve Nasiliç’ten) mübadele ile Türkiye’ye göç eden mübadillerin (yani biz Yunanca konuşan müslümanların) mübadeleden önce Yunanistan’da ve mübadeleden sonra Türkiye’deki yaşantıları ve göçten sonra Türkiye’de karşılaştıkları uyum sorunu” idi.

Aycan YILMAZ Sunum sonrası izlenimlerini ise şöyle aktarıyor;

SEMPOZYUM SONRASI İZLENİMLER…..

” Sempozyumdan sonra Yunanistan’da yaşadığım duygusal anları ve Yunanlı dostların bana olan ilgilerini görmeni isterdim. Bu sayfada ne kadar yazsam oradaki yaşadıklarımı sözlerle anlatmam mümkün değil. Yaşadıklarıma sözler yetersiz kalır.

Sempozyumda konuşma yaptıktan sonra salondaki dinleyiciler sıraya girerek beni büyük bir coşku ile kucakladılar ve tebrik ettiler. Konuşma yaptığım sırada bazı dinleyicilerin cep telefonlarıyla ve kameralarıyla beni görüntülediklerini fark ettim. Hatta cep telefonlarından canlı yayın bile yapmış olabileceklerini tahmin ediyorum. Çünkü aynı gün öğleden sonra akşama doğru Grevena sokaklarında dolaşırken konuşmamı dinleyen veya dinlemeyen ve konuşmamı başkalarından duyan onlarca Grevena’lının beni sokak ortasında kucaklamalarını ve beni tebrik etmelerini görmeliydin. Bu ziyaretim çok mükemmel geçti. Verdiğim dostluk mesajları yerini buldu ve mübadilleri Yunanlı okuyucularına, sempozyum dinleyicilerine ve bu konunun meraklılarına çok iyi anlattığımı düşünüyorum.

Sempozyumda yaptığım konuşmadan sonra Grevena’da ve müteakiben gittiğim Selanik’te benimle konuşan çok sayıdaki Yunanlıdan edindiğim izlenime göre Yunanlılar yalnızca Anadolu’dan Yunanistan’a göç eden Rumların sıkıntı ve acılar çektiklerini düşünüyorlardı. Yunanistan’dan Türkiye’ye göc eden mübadillerin çektikleri sıkıntı ve acılar hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Yaptığım dramatik konuşma onları çok etkiledi ve mübadillerin neler yaşadıklarını daha iyi anlamalarına sebep oldu. Bu durumu yüzüme söyleyen çok sayıda Yunanlı var.

Türkiye’ye dönerken Selanik havaalanında biniş kartı almak için sırada beklerken 40 yaşlarındaki Foteini isimli bir Yunanlı hanım yanıma yaklaşarak Yunanca olarak bana dediki “ben sizi tanıyorum”. Peki beni nereden tanıyorsunuz dedim. Haberiniz yokmu dedi. yok dedim. Yunanlı internet medyası hep sizden bahsediyor dedi. Fotoğrafınızı internet medyasında gördüm ve sizi oradan tanıdım dedi.
Bunlar güzel şeyler, tabiki buna çok sevindim ve gurur duydum.

Konuşma yaptıktan bir gün sonra Almanya’da yaşayan ve tatil için Yunanistan’a gelen Dimitri isimli bir doktor benden randevu isteyerek öğle yemeğinde buluştuk. Bana dediki biz Almanya’da Yunanlı doktorlar olarak bir dernek kurduk ve derneğimiz sizin meşgul olduğunuz konularla yakından ilgileniyor, sizin konuşmanızı dinledik ve çok etkilendik, hoşumuza gitti dedi. Almanya’ya dernek olarak davet etsek konuşma yaparmısınız dedi. Ben de memnuniyetle dedim. Öyle görülüyorki yakında Almanya yolcusu olacağım.. ”

Sempozyumda Yunanca konuşma yapan Aycan YILMAZ, konuşma metninden bahsediyor;

Bir ay kadar önce Yunanistan’da meydana gelen yangın faciası ile ilgili Yunan halkına geçmiş olsun dileklerimi söyledikten ve özgeçmişim hakkında bilgi verdikten sonra, konuşmamın devamında:

Mübadele öncesi dönemde Yunanistan’ın  Batı Makedonya Bölgesinde, yani Grevena ve Nasiliç’te yaşayan biz patriyotların dedelerinin yalnızca Yunanca bildiklerini ve Türkçe bilmediklerini, bir patriyot olarak benim 7 yaşına kadar Türkçe bilmediğimi ve Türkçeyi okula başladıktan sonra öğrendiğimi;

Yunanistan’da Yunanca konuşan Batı Makedonya müslümanlarına “Vallades”, Türkiye’de ise “Patriyotlar” denildiğini, Vallades sözcüğünün Türkçe’deki bir dini yemin şekli olan “Vallahi” sözcüğünden türediğini, Vallahi sözcüğünün Türkçede  “Allah’a and olsun ki, Allah hakkı için” anlamına geldiğini, müslümanların o dönemde “Vallahi” sözcüğü dışında başka bir Türkçe sözcük bilmedikleri için kendilerine “Vallades” denildiğini;

Mübadeleden önce  Grevena ve Nasiliç’te toplam 52 müslüman köyün bulunduğunu, bu köylerin yarısı kadarının karma olduğunu, yani hıristiyanların ve müslümanların birlikte aynı köylerde yaşadıkları köyler olduğunu, mübadele ile Nasiliç’ten Türkiye’ye göç eden müslümanların Çatalca, Silivri, Büyükçekmece ve Kumburgaz’ın köylerine yerleştirildiğini; Grevena’dan Türkiye’ye göç eden müslümanların ise çok daha fazla yerlere ve dağınık bir şekilde başta İzmir olmak üzere sırası ile Aydın’ın Mursallı köyü, Çine Karakollar köyü ve İncirliova, Bursa’nın Başköy, Isparta’nın Emre Mahallesi, Afyon’un Cumhuriyet köyü, Burdur, Denizli’nin Honaz ilçesi, Antalya, Eskişehir ve Niğde’nin Yeşilburç köyüne yerleştirildiğini;

Mübadele ile Yunanistan’ın Batı Makedeonya bölgesinden yaklaşık 13 000 Yunanca konuşan müslümanın Türkiye’ye göç ettiğini, bunların 7330′ nun Nasiliç’ten, 5630′ nun ise Grevena’dan Türkiye’ye göç ettiğini, göç eden bu müslümanlardan günümüzde halen Yunancanın konuşulabildiği köylerin Çatalca’nın Elbasan, Aydın’ın Mursallı, Bursa’nın Başköy ve Niğde’nin Yeşilburç köylerinin olduğunu, ancak konuştukları Yunancanın ise günümüz Yunancası olmadığını, konuştukları dilin adının Yunanistan’da “Greveniotika” olarak adlandırılan ve içinde günümüz Yunanca sözcüklerinin yanı sıra çok sayıda yerel ve antik Yunanca sözcüklerinin yer aldığını ve bu dilin “Yunancanın Grevena ağzı ile konuşulma şekli” olarak tarif edebileceğimiz bir dil olduğunu;

Müslümanlarla Xıristiyan Yunanlıların Yunanistan’da birlikte çok iyi geçindiklerini ve aralarında bir problemin yaşanmadığını, Balkan harbinden sonra sadece Yunan eşkiyalarının müslümanları taciz ve  rahatsız ettiğini, buna rağmen iki topluluk arasında herhangi bir sorun olmadığını;

2001 yılında Yunanistan’a yaptığım ilk seyahatimde Grevena’nın Dovrunista (yenisi Klimataki) köyüne gittiğimi ve bu köyde yaşayan ve mübadele sırasında 16-17 yaşlarında olduğunu söyleyen Hrisanthi Papavramidou ismindeki yaşlı bir kadınla karşılaştığımı ve bu hanımın bana “aynı köyde birlikte yaşadığımız müslümanlarla çok iyi geçindiklerini ve aralarında bir sorunun olmadığını, mübadele başladığında köyün tüm xıristiyan köylülerinin müslümanları uğurlamak için 20 km ötedeki Siatista’ya kadar gittiklerini ve burada kendileri ile kucaklaşarak ve ağlayarak vedalaştıklarını ve buna çok üzüldüklerini” söylediğini;

Anadolu’dan mübadele ile gelen Rumlarla dedelerimizin köyü olan Grevena’nın Kriftsi (yenisi Kivotos) köyünde dedelerimiz ve diğer Kriftsi köylülerinin 6 ay kadar  birlikte yaşadıklarını ve bu süre içinde aralarında ciddi bir sorunun yaşanmadığını; Rumlar Kriftsi köyüne gelinceye kadar bu köyde yaşayan dedelerimizin çay, kahve içmeyi ve kahvehanede kağıt oyunu oynamayı bilmediklerini, bunları Anadolu’dan gelen Rumlardan öğrendiklerini;

Mübadeleden önce müslümanların aynı köyde veya komşu köylerde yaşayan hıristiyan kızlarla evlenmediklerini, müslüman köylerde yaşayan müslüman hane sayısının ve nüfusun az olması nedeniyle müslümanların diğer komşu müslüman köylerden evlilik için kız alıp verdiklerini, bu nedenle aynı vadi içindeki 52 müslüman köyünde yaşayan müslümanların evlilik yoluyla birbirleriyle akraba olduklarını ve birbirlerini tanır hale geldiklerini;

Ankara’da Devlet Arşivleri Gn. Md. ne giderek kendi ailemin mübadele ile Yunanistan’da bıraktığı mal varlığını (Mal tasfiye beyannamelerini) araştırdığımı ve öğrendiğimi, buna göra ailemin bıratığı mal varlığının:

–  4 odadan oluşan 2 katlı ev ve samanlık,

–  3 dönüm bahçe,

–  4 dönüm üzüm bağı,

–  150 dönüm ekilebilir, verimli toprağı olan tarla ve

–  30 dönüm orman olduğunu,

Ailemizin bu topraklarda buğday, arpa, yulaf, mısır, tütün ektiklerini; ayrıca üzüm ve başka meyvalar da yetiştirdiklerini ve ekonomik olarak geçimlerinin çok iyi olduğunu, ancak Türkiye’ye gidip Yeşilburç köyüne yerleştiğinde her biri bir dönümden oluşan 10 parça kadar ve toplamı 10 dönümü geçmeyen elma bahçesi aldığını, elma bahçelerinden elde edilen ürünün para etmemesi nedeniyle geçimlerini sağlayamadığını ve büyük sıkıntı çektiğini, bu durumun köyde yaşayan tüm aileler için de aynı olduğunu; bu durumun Türkiye’nin diğer bölge, şehir ve köylerine yerleştirilen mübadiller için de geçerli olduğunu;

Kriftsi köyünde yaşayan ailemizin ve köydeki diğer ailelerin Mart 1924’te (259 aile ve 970 nüfus ile birlikte) Türkiye’ye göç etmek üzere atlarla ve kağnılarla yola koyulduklarını, önce Kozani’ye, oradan Veria’ya vardıklarını, daha sonra Veria’dan trenle Selanik’e ulaştıklarını, Selanik’teki limanda 4 gün gecelediklerini, babannemin anlattığına göre burada bulunan bir değirmenin gürültüsünden geceleri uyuyamadıklarını, limana yanaşan gemiye üç köyün köylülerinin bindiğini, bu köylerin ise Kriftsi, Tsourhli ve Dovrunista olduğunu, 3 gün ve 3 gecelik gemi yolculuğundan sonra İzmir’e varıldığını, babaannemin anlattığına göre gemide ölenlerin cesetlerine demir parçası (cesedin denizin dibine batması için) bağlanarak denize atıldığını, bu sırada geminin çanlarının çaldığını ve gemideki cemaatin geminin güvertesine çıkarak dualar okuduğunu;

Kriftsi köylülerinin İzmir’de fabrika gibi büyük bir binada yaklaşık bir ay kaldığını ve karantinadan geçirildiğini, İzmir’den sonra Isparta’ya vardıklarını ve burada 3 ay kadar kaldıklarını, bazı ailelerin burasını beğenerek kaldığını ve diğerlerinin Niğde’ye gitmek üzere kara vagonlu trenle önce Ulukışla’ya , oradan da at ve kağnılarla Niğde’nin bir Rum köyü olan Uluağaç köyüne gittiklerini, burada 1 yıl kadar kaldıklarını, bazı ailelerin ise burayı beğenmeyerek kaçak yollardan Bursa Başköy’e ve Eskişehir’e gittiğini, geri kalanlarının ise 71 hane olarak Niğde’nin bir başka Rum köyü olan Yeşilburç (eskisi Teney) köyüne yerleştiğini, böylece Yunanistan’dan 259 aile olarak yola çıkan Kriftsi köylüleri Yeşilburç köyüne vardıklarında 71 aile olarak iskan olabildiğini;

Göçten sonra Kriftsi köy halkının yaşamlarındaki en büyük değişikliğin ziraai üretim biçiminde olduğunu, Kriftsi köyünde daha çok tahıl, sebze,üzüm ve hayvan yetiştiriciliği yapmaktayken Yeşilburç köyüne yerleştikten sonra sadece elma yetiştiriciliği yaptığını, dolayısıyla tek geçim kaynağının elma olduğunu, ancak elma ile ekonomik olarak geçinemediklerini, bu nedenle erkekler kadın ve çocukları köyde bırakarak Ankara’ya iş bulmaya ve çalışmaya gittiklerini, burada 15-20 yıl kadar çalıştıklarını ve bakanlık binalarında çalışan Macar ustalarından ustalığın  inceliklerini öğrendiklerini ve Niğde’ye döndüklerinde usta olarak inşaatlarda çalıştıklarını; çocukluğumda benim de babamın çalışmak için gurbete gittiğini ve uzun yıllar boyunca onu göremediğimi, bu dönemde aile olarak bizim çok büyük maddi ve yiyecek sıkıntısı çektiğimizi; Çatalca, Silivri, Büyükçekmece köyleri ile Mursallı, Başköy ve diğer köylere yerleştirilen mübadillerin kendilerine verilen tarla arazilerinin Yeşilburç’a göre nisbeten daha verimli olmakla birlikte buralarda yaşayanların da Yeşilburç’lular gibi sıkıntı çektiklerini;

Büyüklerimizin aile sohbetlerinde ise tek konuştukları şeyin Kriftsi köyündeki anıları ve oradaki yaşadıkları olduğunu, ilk yıllarda aile büyüklerimizin gerek Niğde şehir merkezinde ve gerekse çevre köylerdeki yerli halk ile fazla temaslarının ve ilişkilerinin olmadığını, burasının onlar için çok yabancı bir çevre olduğunu, epeyce bir süre köyde kapalı kaldığını, ilişki kurmaya başladıklarında ise kendilerini muhacir olarak adlandıran yerli halk tarafından dışlandığını, çevre ile ilişki kuramamalarının en önemli nedeninin dil olduğunu, çünkü mübadiller Yeşilburç köyüne geldiklerinde Türkçe bilmediklerini ve sadece Yunanca konuşabildiklerini, okul çağındaki çocukların okula başladıktan sonra, okul çağını geçirmiş büyüklerin ise ileriki yıllarda Türkçeyi öğrenebildiklerini, yaşlıların ise ölünceye kadar Türkçeyi öğrenemediklerini, babaannem Zarife Yılmaz ocak 1982 ‘de öldüğünde 94 yaşındaydı ve hiç Türkçe öğrenemeden öldüğünü;

İlk yıllarda Türkçe bilmeyen köy öğrencilerine Yunanca bilmeyen öğretmenlerin ders verirken iletişim kurmakta sıkıntı çektiklerini, ders verirken öğretmek istedikleri şeyleri  işaret ve şekillerle yapmaya çalıştıklarını, öğretmenin tahtaya yazdığı büyük A harfinin ne harfi olduğunu sorduğunda öğrencilerin bu harfi merdivene benzettikleri için “merdiven” cevabını verdiklerini, öğretmenin verilen bu cevaba öfkelendiğini ve öğrencileri azarladığını; Yeşilburç köyünde aileler evde hep Yunanca konuştukları için doğal olarak yeni doğan ve yetişen çocukların da ana dili Yunanca olduğunu; bu dönemde ortaokul ve lisede okuyan mübadil öğrencilerin düzgün Türkçe konuşamamaları nedeniyle bir kısım öğretmenler tarafından azarlandıklarını ve Türkçe dersinden kendilerine düşük not verdiklerini, bu durumun ise öğrencilerin cesaretini ve motivasyonunu bozduğunu ve derste aktif olmalarını engellediğini, benim ortaokula başladığımda sınıfta köyümüzden başka bir öğrencinin olmadığını ve öğretmenin derste bana bir şey sorduğunda bozuk bir Türkçe ile cevap verdiğim için sınıftaki diğer öğrencilerin gülüştüğünü ve benimle alay ettiklerini, okuldan 5 km yürüyerek köyümüzdeki evimize vardığımda anneme “öğrencilerin benimle neden alay ettiklerini ve neden dışlandığımızı ağlayarak söylediğimi”, ancak annemin buna verecek bir cevabı olmadığı için hep suskun kaldığını (konuşmamın bu bölümünde o dönemde yaşadıklarım nedeniyle duygusal anlar yaşıyorum),  köyümüzün öğrencilerinin bir bölümünün bu yüzden okulu bile terkettiğini, benzer durumların diğer şehir ve köylere yerleştirilen patriyotlarda da yaşandığını;

Yeşilburç köylülerinin Devlet ile ilişkilerinde bir problemin yaşanmadığını;

Yeşilburç köy halkı bu köye iskan edildikleri 1925 yılından 1960 yılına kadar olan 35 yıllık süre içerisinde gerek Niğde merkezdeki ve gerekse çevredeki diğer köylerdeki halk ile evlilik için kız alıp vermeyi gerçekleştirmediğini, 1960 yılından itibaren kız alıp vermenin gerçekleştiğini;

Yeşilburç köy halkının yaşadığı acı ve sıkıntılar ile dışlanmaların benzerini Çatalca, Silivri, B. Çekmece’deki köylerde, Mursallı’da,  Başköy’de ve diğer şehir ve köylerde yaşayan patriyotların da yaşadığını; İzmir, Eskişehir ve Isparta gibi büyük şehir merkezlerinde yaşayan patriyotların ise bulundukları şehirlerin ve çevrenin büyük olması nedeniyle bu acı ve sıkıntıları daha hafif geçirdiklerini;

Yunanistan’a ilk defa 2001 yılında babamın doğduğu köyü (Kriftsi) görmek ve doğduğu evi bulmak için annem, babam ve eşimle birlikte gittiğimizi, 2 nci Dünya Savaşında Almanların işgali sırasında Kriftsi köyünün tamamı Almanlar tarafından yakılıp yıkıldığı için babamın doğduğu evi bulamadığımızı, ancak yerine yapılan yeni evi gördüğümüzü ve  küçükken evin bahçesindeki kuyuya düşen babamın düştüğü kuyuyu bulduğumuzu, Türkiye’ye dönerken annesinin ve babasının mezarının üzerine serpmek için evin bahçesinden bir naylon poşet içerisine kendisine hiç de yabancı olmayan  toprağı kendi elleri ile  koyduğunu, köyün fırınından 10 adet ekmek ve marketten de 3-4 kilo zeytin aldığını, Yeşilburç köyüne döndüğünde ekmekleri dilimlere bölerek arasına da 3′ er- 4’ er zeytin tanesi koyarak köylülere sevinç gözyaşları arasında “size partridadan ekmek, zeytin getirdim” diyerek dağıttığını;

Konuşmamın son bölümünde ise Patriyotların ortak bir geleneği olan “Şiryana” şenliğinden söz ederek sözlerimi aşağıdaki gibi tamamladım.

Büyüklerimizin her yılın 6 ve 14 Mayıs günlerinde “Şiryana” adını verdikleri bir şenliği kutladıklarını, bu şenlikte:

Sabahları erken kalkıldığını ve herkesin kendi kapısının önünü süpürerek temizlediğini, erken kalkanların kapılarını mevsimin çiçekleriyle süslediklerini,

Bu şenlikte tatlı ve tuzlu kurabiyelerin yapıldığını ve bunların şenlik esnasında komşu ve akrabalarla birlikte yenildiğini,

Süt veren ineklerin boynuzuna renkli kırmızı ip, delikli para ve nazar boncuğunun bağlandığını, böylece inekten bol süt alınacağına inanıldığını,

Genç kızların gül dalını yakıp bununla makyaj yaptıklarını,

Şenlik sabahında köyün tüm annelerinin çocukları için yumurta kaynattıklarını ve yumurtaların kuru soğan kabuğunun rengini alması için içinde kuru soğan kabuklarının olduğu suda kaynatıldığını, daha sonra pişen ve soğan kabuğunun rengini alan bu yumurtaları çocukların birbirleriyle tokuşturduğunu ve daha sonra da yumurtaları yediklerini, küçük bir çocuk iken benim de çok yumurta tokuşturup yediğimi;

Köyün tüm genç ve yaşlı hanımlarının geleneksel şenlik kıyafetlerini giyerek belirlenen köy meydanında  toplanıp Yunanca şarkılar eşliğinde oynadıklarını ve eğlendiklerini, daha sonra da dağılarak evlerine gittiklerini anlattım.

Ve Aycan YILMAZ hocanın Yunanistan’da basında çıkan haberi – https://greveniotis.gr/σελιδεσ-αναγνωστων/αρθρογραφια/item/17232-ίδιο-ρημαδιό-στις-ψυχές-των-ανταλλαγέντων,-εκατέρωθεν-1924#.W3ibpUYgkSA

VIDEO –

Bizler de SİLİVRİ TV olarak Aycan YILMAZ hocamıza bu değerli mücadelesi ve iki ülkeye de kendi kültürlerini yaşatma ve tanıştırma fırsatı verdiği için tüm mübadiller ve vatandaşlar adına teşekkür ederiz.

Silivri TV – silivri.tv.tr
facebook.com/silivritvtr – instagram.com/silivritvtr – twitter.com/silivritvtr