Taylan Özgür Köşker Yazdı I Şahinim Memed

0
102

“Uzun zaman önce… Çok uzun zaman önce, içinde hiçbir yalan veya acı olmayan yeraltı krallığında insanların dünyasının hayalini kuran bir prenses yaşarmış. Mavi gökleri, yumuşak meltemi ve gün ışığını düşlermiş.

Bir gün korumalarını atlatan prenses kaçmış.

Prenses yukarı çıktığında parlak güneş gözlerini kör etmiş ve bütün hatıralarını silivermiş. Kız nereden geldiğini ve kim olduğunu unutmuş. Bedeni soğuk, hastalık ve acıdan bitap düşmüş. Ve sonunda küçük kız ölmüş. Ama babası (kral); prensesin ruhunun başka bir bedende, başka bir yerde, başka bir zamanda da olsa geri döneceğini biliyormuş. Son nefesine kadar kızını beklemiş. Dünya dönmeyi bırakana kadar…” 

Pan’ın Labirenti filmi işte bu cümlelerle başlar. Yaşamımda izlediğim en güzel filmlerden biridir diyeceğim ama sanırım en başta gelen filmdir. Bir roman gibi, efsane gibi ya da ne bileyim büyülü gerçekçilik diyorlar ya hani Yüzyıllık Yalnızlık için (GabrielGarciaMarquez) işte onun gibi bir filmdir.

Benim için Yaşar Kemal de Marquez de Pan’ın Labirentini çeken yönetmen Guillermo del Toro da aynı duyguları beslediğim büyük yaratıcılardır. İnsanı büyüleyen, yaşamın özünü kavramamızı sağlayan yapıtlar yaratmışlardır.

Yaşar Kemal’in İnce Memed romanı da Peter Ustinov tarafından “Şahinim Memed” adıyla 1984 yılında filme çekilmiştir. Yaşar Kemal’in İnce Memed’inin ikinci cildinde ona yardım eden ve sık sık, “İnce Memed, Şahinim!” diye seslenen bir roman kahramanı vardır bu arada. O dönemde kendi öz yurdumuzda Çukurova’da Adana, Osmaniye topraklarında çekilmesine izin verilmediği için sanırım Yugoslavya’da çekilmişti film. Oyuncular da hep yabancıydı bu arada. Romanda geçen halay sahnesini ellerine mendil alıp yabancı insanların yapması bir hayli ilginç gelmişti bana. Ayrıca annesi evden kaçan kızının (Hatçe) arkasından ağıt yakar. Bizim kültürümüze yabancı olan insanların bunu canlandırması gayet de başarılıdır bence ama yine de bir hayli ilginç sahnelerdir. Genel anlamda daha da ustaca ve başarılı uyarlamaların yapılması ve çoğalması umuduyla.

Yaşar Kemal, 2015 yılında bu topraklardan göçtü.Yılmaz Güney’i sinemamıza kazandıran o. Umut sözcüğünü ve daha birçok sözcüğü dilimize ( Yarpuz, Peryavşan, Döngele, Çaykara) kazandıran o. Neşet Ertaş, yurtdışında cezaevindeyken tek arayan soran ve “Bozkırın Tezenesi’ne geçmiş olsun!” diyerek İnce Memed romanını ona imzalayıp gönderen de o.

On binden fazla sayfa yazan, yurdunun sorunlarıyla her zaman ilgilenen, hiçbir kültürün ölmemesi gerektiğini söyleyen, tıpkı doğadaki tüm çiçekler gibi her birinin renginin, ayrı bir kokusunun olduğunu ve hepsinin yaşatılması gerektiğini savunan da o. Romanlarında bambaşka dünyalar yaratan, efsaneleri, ağıtları, şiirleriyle “Çağdaş Edebiyatın Devi” diye nitelendirilen de odur.

Şimdi onun sözlerine ve yazdıklarına kulak vermenin ve romanlarını yeniden okumanın ya da Yazar İncila Çalışkan’ın deyimiyle en azından her gün on sayfa ondan bir şeyler okumanın tam zamanıdır. Onu okuyarak dilimizin tadına varmanın tam zamanıdır.

“Haydar Usta koyağın yamacındaki kırmızı, çakmaktaşı kayanın dibinden çıkan Alagöz oluğunun başına geldi, kepeneğini yere atıp üstüne oturdu. On iki yaşındaki torunu Keremi de yanında getirmişti. Keremi elinden tutup oturttu.

Yıldızların ışığında, gecenin donuk aydınlığında kayanın oyuğuna doğru yürümüş pınarın göleğinin dibindeki çakıl taşları parıldıyordu. Suyun yüzündeki ince halkalar kıyılarda sönüyordu. Pınarın ucuna kalın bir çam oluk oturtulmuş, uzun oluğu yosun bağlamıştı. Oluğun altı geniş bir yarpuz tarlasıydı. Kırmızı, büyük, başını almış göklere gitmiş kayalık, pınarın suyu, gece, yıldızlar, toprak yarpuz kokuyordu. Derinden, kırmızı kayalığın ta dibinden gelir gibi bir çağıltı gittikçe büyüyordu. Orman da uzaktan, yoğun uğulduyordu.

Çam kokusu, türlü çiçeklerin, daha yenice toprağı yarmış otların kokusu birbirine karışıyor, ılık esen yel bir hoş, ince, serin koku getiriyordu.

Kerem coşkuyla, sevinçle:

“Bak dede,” diye bağırdı. “Dede bak! Suyun içine bak. Balıklar parlıyor, kaçışıyorlar. Bir balık, iki balık, üç balık… Üç balık. Işıktan…”  (Binboğalar Efsanesi, Adam Yayınları, sayfa 18.)

 “İnsan düşleri öldüğü gün ölür.”

“Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim, delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim..?ben sevinçli adamım. bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa ben sevinçten taşar coşardım. Yaradılışım karanlıktan çok aydınlığa, acıdan çok sevince… Ne çare, ne çare ki sevinmek gelmiyor elimden… Dostluktan söz açmak, ne güzel… Bir dostum var. Sıcacık eli var. Sevgi dolu gözleri var. Ne güzel yalansız, salt sevgi dolu bir insan eli sıkmak… Sıcacık, sıcacık… Ben deli olurum, insanlar karanlık karanlık, kuşkulu baktıkça bana… Bütün insanlar kuşkusuz, korkusuz, çıkar düşünmeden, düşmanlık geçirmeden içlerinden baksalar biribirlerine… İnsan, ne olur biliyor musunuz, sıcacık bir bahar güneşinin bahtiyarlığında duyar kendisini… Bahar güneşinde bir sevinç içinde gerinir. İnsan bir bahar çiçeği temizliğinde olur.”

“İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır.”

”Bir dil bulacağız her şeye varan ,bir şeyleri anlatabilen. Böyle dilsiz

böyle düşmanca, böyle bölük pörçük dolaşmayacağız bu dünyada…”

Demirciler Çarşısı Cinayeti’nden:

“O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler çekip gittiler.”

Derviş Bey bir ağıt tutturmuştu. Yıllanmış, ağır, uzak bir ağıt. Uzun yıllar önce yaşadığı büyülü düşü yeniden yaşayabilmek için durmadan söylüyordu: “O iyi, o iyi insanlar…”