Yazının başlığı Akit gazetesi yazarı Vehbi Kara’nın alamet-i farikası. (1) Vesselam; dilimize Arapçadan geçmiş bir kelimedir, Türk Dil Kurumu’na göre “işte o kadar”, “sonsöz budur” gibi anlamlara geliyor. “Bunun üzerine ne söylense boştur” olarak da anlamak mümkündür. Kelimeyi kullanan kişi; söylediğinden emindir, konuya haizdir ve söylediğine inanılması gerekir. Öyle mi? Bakalım…
Vehbi Kara, 11 Ekim 2021 tarihli yazısında; kadınların çalışma yaşamına katılmasını evirip çevirip “İSRAF” olarak tanımlamaktadır.(2) Bahis konusu yazıda; kendisine referans olarak ABD’den iki kadını seçmiş. İlk referansı, ABD’de 2020 seçimlerinde Demokrat Parti’den başkanlığa “aday adayı” olduğunu ve hemen ardından çekildiğini açıklayan Senatör Elizabeth Warren.
Warren, akademisyendir, hali hazırda çalışmaktadır ve yüksek gelir grubundadır. Çocukluğunda; babası bir satış elemanı olarak çalışırken kalp krizi geçirerek çalışamaz duruma gelir, ailesi yokluk içerisine düşer. Babası iyileşip ayağa kalktığında satış işine dönemez ve apartman görevlisi olur. Aile, Mortgage kredisi ile başını sokabilecekleri bir ev alır ancak kullandıkları krediyi ödeyebilmek için annesi de çalışmak zorunda kalır. Ailenin elde ettiği gelir hem evin hem de arabanın kredi taksitlerini karşılamadığı için arabalarına haciz gelir ve o günlerde 13 yaşında olan Warren da teyzesinin restoranında garson olarak çalışmaya başlar… Bu tipik kapitalizm hikâyesinin içerisinden sıyrılan Warren, akademisyen olmayı başarır. 2012’de Massachusetts’te ilk kadın senatör olana kadar en büyük başarısı 2008 yılında hazırlanan “Sorunlu Varlıkların Kurtarılması Programı”nın çıkarılmasına katkıda bulunmaktır. Program, o yıllarda ABD’yi kasıp kavuran Mortgage Krizi sonrasında finans kurumlarının elinde patlayan sorunlu gayrimenkullerin devlet tarafından satın alınması yoluyla bu şirketlerin finansal durumlarını düzeltilmesini kapsamaktadır. Yani şirket kurtaran bir program…
Warren, Ticaret Profesörüdür ve kapitalizminin yarattığı eşitsizliklerin toplumsal bir krize dönmemesi üzerine düşünür. Çalışan istihdamı sorunu ve ABD’de yükselen işsizlik oranlarına kafa yorduğundan, nihai sonucu kadınların eve kapanmasını teşvik eden “İki Gelir Tuzağı” adında bir teoriyi bir başka kadın yazarla birlikte kitaplaştırırlar. Kitap, özetle; yükselen geçim fiyatlarını karşılamak için eşlerin birlikte çalışması durumunda geçimlerinin anlamsız harcamalarla tehdit altına girdiğini anlatıyor. Hele bir de çalışan kadın çocuk doğurursa iflasın kaçınılmaz olacağından, kadının evden sorumlu olmak üzere çalışan istihdamından çekilmesini öngörüyor. Teorisini çocuk ve yaşlı bakımları ile ailenin güvene alınması, ev yemekleri yaparak fast food’dan uzaklaşmayla ve hastalanmayı engelleyerek harcamaların düşürülmesine bağlayarak süslüyor. Kapitalizmin ürettiği düşük ücret ile yükselen geçim fiyatlarının yaratacağı krizi, emekçi sınıfa “tasarruf yoluyla” yüklenme sorumluluğu veriyor. İşin sonucu ABD ekonomisindeki istihdam sorununun re-organizasyonuna varıyor. Warren, belirtilen kitabı tek başına çıkarmamış. Yazar ortağı, Amelia Warren Tyagi, McKinsey Company’de Yönetim Danışmanı. Hani şu uluslararası şirketlerin finansal danışmanı olan McKinsey!
Tabii ki bu teori Warren’ın inanç dünyası ile de uyumludur. Kendisi, Hristiyanlığın Protestanlık mezhebine bağlı Metodizm kolunun bir üyesidir. Metodistler, emeği ile çalışan insanları ve sistemin çarkları içinde suça itilen kişileri sabırlı yaşamaya davet etmektedir. Bu insanlar sabırlarının karşılığını elbette cennette alacaklardır. Örneğin; İngiltere Metodist Kilisesi, 1760 yılından 1820 yılına kadar İngiliz vahşi kapitalizminin kan emici sömürüsüne karşı, emekçilerin “sağduyusunu” geliştirmek için çalışmalarda bulunur ve yer yer başarılı olduğu dönemler de olur. Yani isyanın eşiğine gelen İngiliz işçi sınıfını dini telkinlerle sömürüye karşı sabırlı olmaya davet ederler. Cemaat, şirket ve servet sahiplerinin huzur ve güvenliği için vardır. Dinin, kapitalist sömürü mekanizmasında nasıl kullanıldığının iyi bir örneğidir.
Vehbi Kara’nın ikinci referansı ise yazar Suzanne Venker!
Venker, kendisini anti-feminist olarak tanımlıyor. Feminizmin içsel sorunları ile uğraşmak bir yana erkek haklarının karşı cinsten savunucusu olarak konumlanıyor: “Kadınlar öfkeliler ve sebebini hiç bilmeden sürekli savunma halindeler. Çünkü iş hayatındaki rekabet erkekleri bir düşman olarak sundu. Erkekleri kendi alanlarından kovdular ve oraya yerleştiler. Şimdi erkeklerin gidecek hiçbir yeri yok.” Ne demek lazım? Erkeklerin yeryüzünde kadınlar tarafından kovulabildiği tek bir nokta var mıdır, bilinmez! Ancak Venker’de kadınların “eskisi” gibi olmasını istiyor. Din ile, gelenek ile, töreler ile… erkek tahakkümünü savunuyor.
Referans gösterilen “kadıncağız”lar bunlar!
Bahis konusu yazı, referanslarına dikkat edildiğinde; içinden çıkılamaz hale gelen işsizlik sorunun yaratacağı toplumsal bir krizin ötelenmesi ile Türkiye’de alabildiğine gelişen kadına şiddete dinsel olanla müdahale etmeye çalışıyor.
Da… Mızrak çuvala sığmıyor!
DİSK Genel-İş Sendikası Araştırma Dairesi’nin Temmuz 2021’de yayınlanan “Türkiye’de Genç İstihdam” isimli raporunda ( https://www.genel-is.org.tr/turkiyede-genc-istihdam-raporumuz-yayimlandi,2,46648#.YXkTM988XqA ), Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD)’ne üye ülkelerde yüzde 39,6 olan genç istihdam oranının Türkiye’de 2021 yılının 1. çeyreğinde yüzde 30,6 olduğu açıklanmıştır. 2021 yılının aynı döneminde; genç erkek istihdamı yüzde 41,1 (2 milyon 489 bin kişi) iken, genç kadın istihdamı sadece yüzde 19,6 (1 milyon 131 bin kişi) düzeyindedir. Türkiye’de genç istihdamı düşüyor ve genç kadınların istihdama katılım oranı ise genç erkeklerin yarısında seyrediyor. Gençlerde İşsizlik Oranı “kızlı erkekli” yüzde 42,7! Daha vahimi “kızlı erkekli” üniversite mezunu her 10 gençten 4’ü işsiz durumda!
Aynı rapor, 2020 yılında 1 milyon 73 bin gencin hem iş bulma ümidini yitirdiğini hem de iş aramayı bıraktığını belirtiyor. Çalışan gençlerin sorunu ise bitmiş değil. Türkiye’de sigortalı olarak çalışan her 10 kişiden 4’ü asgari ücretle çalışıyor. Çalışanların yüzde 95’i sendikasız ve düşük ücretlere karşı sendika mücadelesi verenler ise hiçbir engellemeyle karşılaşmadan kapının önüne konuluyor.
Canlı hayvan ve karkas et ithalatından samana, bakliyattan patatese, buğday, pirinç derken ithal edilmedik tarım ürününün kalmadığı Türkiye’de, “yerli ve milli tarım” ile üretim açıklarının kapatıldığı söylemi ise tamamen gerçek dışıdır. Buğday ve Mısırın Rusya’dan, pirincin Rusya ve ABD’den, kuru fasulye ve nohut gibi bakliyatların Hindistan, Meksika ve Kanada’dan, kırmızı etin Polonya, Fransa ve Bosna Hersek’ten ve uskumru, somon, orkinos ve sardalye gibi balıkların ağırlıklı olarak Norveç’ten geldiği ve artık gıda ürünlerinin net ithalat bakiyesi verdiği iktisatçıların dilinden düşmüyor.
Toplumsal işsizlik seviyesi yükselirken, şirketlerin çalışan ücretlerini düşürmesine göz yumuluyorsa; ithal girdilere teslim edilmiş bir üretimle önce TL’nin değer kaybına, beraberinde gıda ürünlerinin fiyatlarının yükselmesine müsaade ediliyorsa; bunlar yaşanırken, şirketler zenginleşiyor ve emekçiler daha da yoksullaşmaya zorlanıyorsa; iktisat bilimine göre bir toplumsal krizin arifesine geliniyor demektir. Kapitalizmin yarattığı servet ve gelir eşitsizliğinin kaçınılmaz sonucu budur ve hamasi duygularla bunun üzerinin örtülmesi mümkün değildir.
Diğer yandan bu bilimsel veri toplumsal ve bağlı olarak cinsiyetler arası eşitliği dayatır. Aksi tahakkümdür, kapitalist düzenin olumlanmasına hizmet eder. Vehbi Kara’da ise eşitlik İkinci Abdülhamit’le müstesnadır. İkinci Abdülhamit’in 23 Aralık 1876 yılında Almanya’nın desteğini kazanabilmek için ilan ettiği Birinci Meşrutiyet temel referansıdır. Birinci Meşrutiyet; Genç Osmanlılar, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınların mücadelesi sonucunda ve Mithat Paşa’nın etkisi ile Sultan’ın tahta geçme sözü olarak ilan edilmiştir. Sultan’ın meclisi ve Kanun-i Esasi’yi sadece iki yıl sonra rafa kaldırarak otuz yıla yakın sürdürdüğü baskıcı dönem de bu eşitliğin parçası olsa gerek!
Osmanlı’da eşitlik fikri esasen 1908 Hürriyet Devrimi ile vücut bulmuş, “eşitlikçi” sultanı tahtından indirmiştir. 1908’den süzülerek ve mücadelelerden geçerek gelen Cumhuriyet ise onun tacı olmuştur. Vehbi Kara’nın da söylediği gibi “… 23 Nisan 1920 Cuma günü Meclisimiz, dualar, Kuran ve Buhari hatimleri ile törenle açılmış…”(3) devamında ise önce padişahlığı (1922) ve sonra hilafeti (1924) kaldırmış; tekke ve zaviyeleri kapatmış (1925) ve ardından kadınlara seçme ve seçilme hakkını (1934) teslim etmiştir. “5 Şubat 1937’de aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkeleri olan ‘Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık’ Anayasanın 2. maddesine dâhil edilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olarak belirtilmiştir. Şimdi kırmızıçizgiler olarak geçen ve değiştirilmesi talep dahi edilemeyen maddelerin aslı bunlardır.”(4) Her ne kadar bu cümlede; ilkelerden “Ulusçuluk” Milliyetçilik olarak, “Devrimcilik” de inkılapçılık olarak geçse de… Cumhuriyet devrimi ve Türkiye aydınlanmasının ilkeleri olarak kabul ettiğimiz, tarihin gerisine yani feodal monarşiye düşmeyi reddettiğimiz için aynı bağlamda olmak üzere kadının eşit ve üretken yaşamının eve kapatılmasını savunan aforizmaların da reddedilmesinin savunulması gerçekçidir.
İsraf”dan bahsedenler; bu ülkenin dağlarına taşlarına çöken şirketlere; SEKA’nın, TÜPRAŞ’ın, TEKEL’in, Limanların ve Fabrikaların, Elektrik Kurumunun ve saymakla bitiremeyeceğimiz diğer işletmelerin, yani emekçi halka ait olan mülkiyetlerin özelleştirme adı altında özel şirketlere üç otuz paralarla satanlara bakmalıdır.
***
İsraf ve eşitlikten bahsederken; Vehbi Kara’nın diğer bir yazısına dokunmadan geçmek olmazdı.
Vehbi Kara, bir Silivri sakini olarak komşumuzmuş! Silivri notlarımızı paylaşalım…
Silivri, 6000 yıllık geçmişiyle antik uygarlıklardan bugüne uzun bir tarihe sahiptir. Megaralılar, Helenler, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar olmak üzere birçok kavim ve imparatorluğun parçası olmuş, her bir kavimden, her bir topluluktan ve her bir dinden miras kalan kültür varlıklarını bağrında taşımıştır. Kentin bu özelliği, her türlü tarihsel kültürel mirasın korunmasını, restore edilmesini, kentin sosyal yaşamı ile bütünleşmesini beraberinde getirmektedir. Bu, kent insanının binlerce yıllık tarihiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi Silivri’nin bir kültür şehri olarak dünya çapında tanınmasına da katkıda bulunacak en önemli etmendir.
Tarih, toplumların geçmişteki üretimleri ve birikimleri ile gelişir. Herhangi bir tarihi bulgu ya da kültürel varlık, döneminin insan ve üretim ilişkilerini, kültürel birikimlerini temsil eder ki bu insanlığın geleceğe bıraktığı en önemli mirastır. Herhangi bir zaman diliminde o dönemin insanının yarattığı bir dokuya parmak uçlarında dokunmak, onu yaratan insanla selamlaşmak gibidir. İnsan yaşamındaki süreklilik hissedilir. Tarihe bakışta önce bunu anlamak ve ardından eşitlikçi bir perspektiften bakmak gerekir.
Vehbi Kara’nın tarih konusunda da eşitlikçi olmadığı ve daha ötesi tarihçilerin ve konusunda uzman kişilerin tartışması gereken bir duruma, insanların dini duygularını da provoke etme çabasıyla müdahil olmaya çalıştığı görülüyor. Bahis konusu yazının üzerinde durulması gereken sadece iki temel nokta bulunuyor. İlki; Silivri tarihi ve kültürel varlıklarının korunmasının bilincinde, bu konuda bilgisi ve uzmanlığı bulunan kent insanları tarafından kurulan Silivri Tarih Derneği’ni “Yerli ve Milli” olmamakla itham etmek; diğeri, mühendislik açıdan müdahale edilmediği takdirde yıkılma tehlikesi olan, Silivri Fatih Camii’nin yıkım kararını ilgisiz bir şekilde bu derneğin “gayri milli” çabası olarak sunmak.
Silivri Tarih Derneği (5) ile ilgili söylenecek fazla bir söz yok. Mimarlık, Restorasyon, Sanat Tarihi gibi alanlarda mesleğini icra eden ve tarih bilincine haiz bu kentin insanları tarafından kurulduğu bilinen bir dernek. TC yasa ve yönetmeliklerine uygun şekilde bir STK’nın yapması gereken çalışmaları yapmaya çalışıyorlar ancak Vehbi Kara şöyle diyor: “Türkiye’de Rum kiliseleri dışında Yunanca tabelası ile hiç karşılaşmadım. Fakat bu derneğin tabelasında Yunanca kelimeler bulunmaktadır. Kısaca gerçek kimliklerini bu şekilde göstermek istiyorlar. 2019’da kurulduğunu beyan eden bir dernek tarafından sarnıca zarar verdiği iddiası ile bir üniversiteden rapor alınmış ve bu düzmece rapor ile ilçe müftülüğüne başvuru gerçekleştirilmiştir. Bu Rum derneğinin başvurusunu; emir telakki eden bazı kamu kurumları derhal Camii’nin ibadete kapatıldığını yazı ile bildirmişler hatta caminin her yerine asmış durumdadırlar. Bu rapor ile ilgili Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuru yapıldığı ve bu başvuru üzerine ilgili Kurul’un “yıkım kararı” aldığını da hem belediyede hem de bazı kurumlar vasıtası ile yaptığım incelemeler sonucunda üzülerek öğrenmiş bulunuyorum.”(6)
“Yunanca” meselesi… Yunan halkının bizim “ebedi” düşmanımız olduğu imgesi üzerinden hedef gösterme girişimi olarak anlaşılmalıdır. Vehbi Kara kabul etsin ya da etmesin; Silivri, tarihselliği sebebiyle birçok milletle akrabalık bağına sahiptir.
Silivri Fatih Camii’ne gelince… Vehbi Kara’nın bahsettiği “tarihi cami” yıllar önce ortadan kalkmıştır. “Fatih’in vakfiyesi”nden sadece bir minare kalmıştır. Cami ile Minare arasında yirmi metre mesafe ve en az beş yüz yıllık bir zaman farkı olduğu gözle görülebiliyor. Var olan cami aynı isimle 1980 yılının inşaat teknolojisi ile yapılmıştır. Ve kapısında; “İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün 29.03.2021 tarihli ve 1118696 sayılı yazısında “Riski Yapı Belirtme Tesisi” ifadesi gereğince can ve mal güvenliği açısından tehlike arz ettiğinden Fatih Camii’nde ibadete ara verilmiştir. Silivri Müftülüğü” afişi asılıdır. Bu kararın alınması ile ilgili olarak Silivri Tarih Derneği’nin tek bir dilekçesi bulunmamaktadır, Derneğin konusu da değildir. Öte yandan caminin yıkım kararını sorgularken; bir, “Bu camiyi restorasyon süresini çoktan aşmış bir tarihi sarnıcın üzerine kim, hangi teknik bilgiyle yapmıştır?”, iki “Ancak kırk yıl dayanabilen bu caminin inşaatından kim/kimler nasıl çalmıştır?” soruları önemlidir. Bu iki soru birbirinden ayrılamaz.
Vehbi Kara, burada da doğru soruları sormayarak; gerçeklerin üzerini örtmektedir. Kaldı ki; Belediye Başkanı da bu caminin sarnıcın üzerine beton malzeme ile yapılmasının güvenli olmayacağını, ahşaptan bir cami yapılmasının daha uygun olduğunu söylemiştir. Silivri Tarih Derneği’nin müracaatı tam olarak buradadır. Özetle; “Sarnıcın restorasyonu yapılsın, kilise duvarları açığa çıkarılsın, etrafa bölgenin ‘Fatih’ten önceki ve Fatih’ten sonraki bilgilerini de içeren görseller yerleştirilsin ve cami de Belediye Başkanının dediği gibi yapılsın” diyorlar.
***
Kapitalizm, emekçi sınıfın sömürülerek sermayenin zenginleşmesi üzerine sistemleşmiştir. Kriz dönemleri, sistemin gücünü yitirdiği dönemlerdir ve sermaye sınıfı dini inanışları kendi çıkarlarını korumak için alanlara sürer. Yapılmak istenen; işçi sınıfının yorgunluğunun ve yoksulluğunun her alanda manipüle edilip, isyan etmesinin önüne geçmeye çalışmaktır. Bu dönemlerde yoksula cennet vaadi, dini kurtuluş önerisi ve sabır telkini her dönemden fazladır. Bunların yetmediği yerde emekçilerin birbirine düşmesini sağlayacak gerici tartışmalar başlatılır. Yukarıda konu edilen örnekler de bu sürecin sıradan ürünleridir.
İşçi sınıfı, kapitalizmin ürettiği her türlü gericiliği aşarak, sermaye düzenine gerekli cevabı verecektir.
Hakan Aydın
- https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara
- https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara/ekonomik-krizin-cozumu-israf-etmemekte-yatiyor-37139.html
- https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara/artik-cocuklarimiza-deli-gomlegi-giydirmeyelim-36848.html
- https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara/chpnin-fasist-parti-oldugunu-yeni-mi-anladiniz-36512.html
- https://www.silivritarihder.com
- https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/vehbi-kara/silivri-fatih-camiini-elbirligi-ile-yikiyorlar-36774.html