Osmanlı İmparatorluğu’nda 1877-78’deki Çarlık Rusya’sı yenilgisinin (’93 Harbi) acısı henüz çok tazedir.
Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin ve Batum; 3 Mart 1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşması ile Çarlık Rusya’sına terkedilmiştir. Bosna-Hersek özerk vilayet haline gelmiştir. Niş Sırbistan’a, Teselya Yunanistan’a, Dobruca Romanya’ya, Kotur yöresi İran’a bırakılmıştır. Ayrıca Bulgaristan ikiye bölünmüş, kuzeyinde Bulgaristan Prensliği kurulurken güneyi de özerk Doğu Rumeli haline getirilmiştir.
Girit adası özerkliğini geliştirirken, Kıbrıs kiralama yoluyla da olsa İngiltere’nin lehine terkedilmiştir. 14 Ağustos 1878’de imzalanan yeni bir anlaşma ile İngiltere “her türlü kanun ve mevzuat yapabilme” hakkı ile Kıbrıs üzerinde egemenliğini pekiştirecek, 5 Kasım 1914 tarihinde ise Kıbrıs’ı tamamen ilhak edecektir.1
Osmanlı tarihinin en büyük toprak kaybı olarak tarihe geçen bu anlaşmanın hemen ardından iktidarını koruma derdine düşen II. Abdülhamit, 13 Şubat 1878 – 24 Temmuz 1908 tarihleri arasında otuz yıl sürecek istibdat dönemini başlatacaktır.
İmparatorluk 1875 tarihinden sonra adım adım ekonomik olarak iflasa gidiyor, II. Abdülhamit’i iktidardan indirmek üzere çeşitli örgütlenme faaliyetleri sürdürülüyor ve Berlin anlaşmasının 61. maddesinde belirtilen Ermeni ve Kürt tebaası başta olmak üzere diğer azınlıkların haklarının korunması ile ilgili konuların çözümü için İngiltere ve Fransa uyarılarına devam ediyordu.
II. Abdülhamit, bu şartlar içerisinde 1883 yılından itibaren Almanya ile askeri işbirliğini geliştirmeye başlamıştır. Bu çerçevede; Prusyalı bir general olan Von der Goltz, Osmanlı Genelkurmayı ikinci Başkanı yapılmıştır. Ordunun çeşitli yerlerine atanan diğer Prusyalı subaylarla birlikte “Prusya tipi kafa yapısına sahip” subaylar yetiştirilecektir.
II. Wilhem’in 1888 yılında Almanya imparatoru olmasına kadar Osmanlı-Alman ilişkileri askeri işbirliği ile sınırlıyken, bu tarihten itibaren ilişkiler ekonomik ve siyasi “işbirliğine” taşınacaktır. Bu işbirliğinin gelişmesinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik şartların etkisi olduğu kadar Berlin antlaşmasının 61. maddesinde belirtilen Ermeni azınlığın haklarının tanınması ile ilgili maddelere Almanya’nın mesafeli duruşu da etkili olmaktadır. Aynı yıl imzalanan başka bir anlaşma ile Alman bankalarının kontrolünde “Anadolu Demiryolu Şirketi” kurulur. İlişkiler, Osmanlı ordusunda Prusya tipi kafa yapısına sahip subaylar yetiştirmekten Alman silah sanayini bu topraklarda tekel konumuna getirmeye doğru taşınmaktadır. General Goltz, bir söyleşisinde “… bu askerler üzerinde doğrudan doğruya nüfuzumuzu kullanarak Osmanlı ordusunun idaresini elimizden bir daha alınamayacak şekilde ele geçireceğiz” demiştir ve attığı Alman mayası Osmanlı topraklarında başarılı bir şekilde tutacaktır.
Yeni anlaşmaya göre; Berlin-Bağdat demiryolunun kurulması işini üstlenen Almanya, anlaşma gereği hattın geçtiği arazilerde bulunabilecek hammaddeleri çıkarma ve işleme yetkisini alıyordu. Demiryolunun geçeceği imparatorluk topraklarının mülkiyeti imtiyaz sahiplerine bedelsiz devredilecek, yapılacak binalara ve topraklara kira ödenmeyecek, taş ocakları bedelsiz kullanılacak, demiryolu yapımı için gereken keresteler devlet ormanlarından bedelsiz kesilecek, demiryolu hattının her iki yanındaki yirmi kilometre genişliğindeki alanlarda madenler işletilebilecek, arkeolojik eser aramak üzere kazılar yapılabilecekti.
Berlin, Bağdat, Basra hattı olarak bilinen bu demiryolu Haydarpaşa’dan başlayıp İzmit, Eskişehir, Konya üzerinden geçerek önce Bağdat’a ardından Basra’ya kadar uzanacaktı. Petrol bölgeleri demiryolu hattı ile Almanya başkentine bağlanacak, II. Abdülhamit’in payına ise kendisine karşı oluşabilecek ayaklanmaları bastırmak üzere asker sevkiyatında kullanabileceği “demiryolu kullanma hakkı” kalacaktı. II. Abdülhamit’in nüfuzunu koruma çabası Osmanlı’yı Latin Amerika modeli bir koloni durumuna taşıyordu.2
İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruluyor
II. Abdülhamit’in istibdat döneminde Osmanlı’da sular hiç durulmadı. “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” eliyle sürdürülen toplumsal baskı ile Alman yatırımları birbirine paralel gelişti. Osmanlı ekonomisi bir tarafında Alman yatırım ve planlarıyla diğer tarafta Duyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi arasında paylaşılmıştı. Padişah, kendi ekonomisini borsa oyunları ile çeviriyordu. Duyun-u Umumiye yönetim kurulu tamamen alacaklılardan oluşurken, bu kurul ülkenin üretim kaynaklarının önemli bir kısmını alacaklarından mahsup etmek üzere kullanıyordu.3 İmparatorluğun mektepleri de, ordusu da rahatsızdı. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889’da bu baskı ve talan rejimine karşı kuruldu.4
1908 Temmuz’una kadar rafa kaldırılan Kanun-i Esasi’yi savunan, yer yer İttihat ve Terakki ile bağları da olan tüm gayrimüslim tebaa ayaklanmaları acımasızca bastırıldı. 24 Temmuz 1908’de ise İttihat ve Terakki’nin öncülüğünde Hürriyet Devrimi gerçekleştirildi. Kanun-i Esasi tozlu arşivlerden indirildi, Meclis-i Mebusan yeniden açıldı. II. Abdülhamit, anayasanın sınırlandırdığı yetkilere razı oldu. Otuz yıllık istibdat bitmişti. Osmanlı’nın tüm gayrimüslim tebaası için o gün bayram günüydü.
II. Abdülhamit, son hamlesini 31 Mart 1909’da yaptı. Taksim’deki Topçu Kışlası Meşrutiyete karşı ayaklanırken “padişahım çok yaşa” nidaları Selanik’ten çabuk duyuldu. Hareket Ordusu, 13 Nisan 1909’da İstanbul’a gelerek ayaklanmayı bastırdı. II. Abdülhamit’i padişahlıktan indirdi, Sultan Reşat’ı tahta geçirdi. Hareket Ordusu, Selanik’ten çıkarken Kurmay Başkanı Kolağası Mustafa Kemal’dir ancak İstanbul’a girmeden önce Kurmay Başkanlığı Binbaşı Enver (Paşa) Bey’e devredilmiştir.5 Balkanlarda “eşkıya” takibi görevi sırsında “Milliyetçi” fikirlerle tanışan Enver Bey’in II. Meşrutiyet için verilen mücadeleler sırasında kıdem farkıyla kazandığı “Hürriyet Kahramanı” unvanının bu devirde etkili olduğu düşünülecektir.
İstikrarsız ve güvenoyu alamayan hükümet dönemleri ile geçici ittifaklardan sonra 23 Ocak 1913 tarihinde Enver Bey öncülüğünde silahlı bir grup Bâb-ı Âli’yi basacaktır. Harbiye Nazırı Nâzım Paşa öldürülecek, sadrazam Kâmil Paşa ise kafasına silah dayanarak istifa ettirilecektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarı ele geçirmiş, Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa iktidarın güçlü liderleri olmuşlardır. Üç Paşalar, Alman tedrisatından geçmiştir.
Bu arada Balkan Savaşları sona ermiştir. İttihatçılar, son bir hamle ile Edirne’yi kurtarmış ancak Osmanlı’nın balkanlardaki hâkimiyetindeki son toprak parçası da kaybedilmiştir. Ardından hem kaybedilen toprakları geri kazanmak hem de yeni topraklar elde etmek hayaliyle ittifak arayışları başlamıştır. İttihat ve Terakki hükümeti, İtilaf Devletleri dâhil birçok devletle ittifak görüşmeleri yapsa da seçimini “ebedi dost” Almanya’dan yana kullanacaktır.
Abdülhamit’in Alman bağımlılığını eleştiren İttihatçılar, bu kez kendileri Almanya’ya teslim olurlar. Osmanlı, Almanlara bağımlıdır ancak bu işbirliğinin nedenlerinden biri -yine- Almanya’nın Ermeni tebaasının taleplerine ve varlığına mesafesini sürdürmesidir. 1908 Hürriyet Devrimi’nin “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik ve Adalet” talepleri rafa kaldırılmıştır, Balkanları kasıp kavuran milliyetçi mücadeleler İttihat ve Terakki’yi “Müslüman-Türk” bileşkesinde bir çizgiye konumlandırmıştır. 1908 ile umutlanan tüm tebaalardan özgürlük hareketleri gelecekte karşılarında İttihat ve Terakki’yi bulacaktır.
Dönemin emperyalist güçleri; bir tarafta İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusyası) ve İttifak Devletleri (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) olarak konumlanmıştır. Bir süre sonra ittifaklar yeniden yapılanmış ve İtalya, İtilaf Devletleri’ne dâhil olmuştur. Doğu Avrupa’da Çarlık Rusyası’na karşı sıkışan Almanya, otuz yıldır kuşattığı Osmanlı’yı Kafkaslarda ve Mısır’da yeni bir cephe açmaya zorlayacaktır. Üzerindeki Rusya basıncını hafifletmek, kendi sanayisi için çok önemli olan Kafkas petrollerine ulaşmak ve Çarlık Rusyası’nı güneyden kuşatarak sıcak denizlere inmesini engellemeyi planlamaktadır. Osmanlı’nın yeni yöneticileri ise Almanya’yı sıçrama tahtası olarak görmektedir.
Osmanlı’nın planlarında Kars, Ardahan ve Artvin’i geri almak, oradan “Türk dünyası” ile bütünleşmek vardır. Bu amaçlarla bizzat Almanya tarafından hazırlanan “Sarıkamış Harekât Planları” Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya sunulmuştur. Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar Türk dünyası hayalleri kuran Enver Paşa’nın bu planları kabul etmesi hiç de zor olmaz.
Osmanlı hükümetindeki Alman hayranlığı Enver Paşa ve arkadaşları ile sınırlı değildir, yöneticilerin ve memurların neredeyse tamamı aynı duyguları paylaşmaktadır. Alman yandaşlığı, resmi bir ideoloji halini almış, rüşvet ve satın almalar yoluyla yandaş devşirmeler had safhaya ulaşmıştır. Osmanlı basınının tamamına yakını Almanya propagandası yapmaktadır. Sarıkamış kıyımına giden yol birinci dünya savaşına dâhil olmaktan geçmektedir ve o tarihten sonra İngiltere için Hindistan ne ise Almanya için Osmanlı da o olacaktır.
Aynı süreçte; Almanya’ya ve İttihatçılara muhalif ya da mesafeli olanlar yönetimden ve ordudan tasfiye edilir. Yerlerine uyumlu kadroların ve subayların atanması sonucunda yönetim ve ordu yeniden düzenlenir. Birçok önemli noktaya Alman subaylar atanır. Almanya’ya göre her şey hazırdır, biran evvel Osmanlı’nın savaşa dâhil olması gerekmektedir.
Almanya Osmanlı’yı savaşa hazırlarken, İngiltere ve Fransa ise Osmanlı’nın bu savaşa dâhil olmaması için girişimlerde bulunmaktadır. İstekleri, Osmanlı’nın tarafsız kalmasıdır. Bunun için Osmanlı’nın ülke bütünlüğünün korunacağını, iktisadi bağımsızlığının tanınacağını, kapitülasyonların kaldırılacağını ve sınırlarının güvence altına alınacağını taahhüt etmektedirler. Osmanlı yöneticileri, bu tekliflere cevap bile vermemiş, 2 Ağustos 1914’te Almanya ile -gizli- ittifak anlaşmasını yapmıştır. Enver Paşa ve ekibi, “bir koyup, üç almak” ve “Turan ülkesi” yaratmak için gözlerini Kafkasya’ya dikmiştir.
21 Ekim 1914’te İhsan Sabis (Harekât Şube Müdürü), Kazım Karabekir (İstihbarat Şube Müdürü) ve Hafız Hakkı Bey tarafından hazırlanan ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu şartlar altında savaşa girmesinin doğuracağı zararları anlatan rapor Enver Paşa’ya sunulmuştur. Enver Paşa, bu rapora rağmen, hükümetten ve Osmanlı Genelkurmayından gizli olarak Liman von Sanders ve Friedrich Bronsart von Schellendorf ile gizli bir anlaşma imzalamış, orduyu cepheye sürmeye karar vermiştir.6
Enver Paşa’nın bu anlaşmaya imza koyduğu tarihte; Osmanlı hazinesinde 1.258.000 lira para bulunmaktadır, savaşa hazırlık için acil ihtiyaç duyulan para miktarı ise 5.500.000 lira olarak hesap edilmektedir.7 Osmanlı ordusunun tek başına savaşa girecek toplumsal ve ekonomik gücünün olmadığı ortadadır. Balkan savaşlarıyla tükenen Osmanlı, memurlarının maaşını bile ödemekten acizdir. Birçok valilik maaşları senet ve kupon olarak ödemektedir. En büyük üretim gücü olan tarım felce uğramış binlerce çiftçi silahaltında kaybedilmiştir, kalanları da silahaltına alınacaktır. Hayvanlar ve arabalar da savaş için alındığından topraklar üretim dışı kalacaktır. Osmanlı ordusu Alman generallere bağlandığı gibi savaşın ekonomisi de Alman markına bağlanmıştır. Almanya’dan borç alınacak 5.000.000 altınla tüm Osmanlı topraklarında seferberlik ilan edilmektedir.
Enver Paşa’nın Almanya aşkı o kadar derinleşmiştir ki Almanlar Osmanlı İmparatorluğuna “Enver’in ülkesi” anlamında “Enverland” diyeceklerdir.
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşında
Seferberlik kararının ardından iki Alman savaş gemisi olan Goben ve Breslau Osmanlı karasularına girer. İttihat ve Terakki yönetimi bu iki gemiyi satın aldığını, isimlerini de Yavuz ve Midilli olarak değiştirdiğini açıklar. Karadeniz’e çıkartılan bu gemiler, Alman savaş gemileri filo şefi Amiral Wilhelm’in emriyle 29 Ekim 1914 günü Çarlık Rusyası donanmasına karşı topçu ateşi başlatır, bazı savaş gemilerini de batırır. Osmanlı’nın, Rusya’nın ültimatomu ile Birinci Dünya Savaşı’na girmesi sağlanır. Osmanlı Hükümet başkanı Sait Hilmi Paşa şaşkındır. Enver Paşa’ya “neler oluyor?” diye sorduğunda “vallahi bilmiyorum, Paşam” cevabını alır. Cemal Paşa ve Talat Paşa’nın cevabı da aynıdır: “Vallahi bilmiyoruz!”
Seferberliğin uygulamaya konulması için hiçbir engel kalmamıştı. Harbiye nezareti Başkomutanlık vekâletine dönüştürülüyor, Bronsart von Schellendorf Genelkurmay Başkanlığı’na getiriliyor ve Padişah “Başkumandan” olarak açıklanıyordu. Enver Paşa’ya “Başkumandan Vekili” gibi bir makam uydurularak Osmanlı ordusu Almanlar tarafından savaşa göre yapılandırılıyordu. Geriye, Alman Emperyalizminin denetimi altına alınan ordunun savaş meydanına sürülmesi kalıyordu.
Kazım Karabekir, o günlerde yapılan ve Almanya ile ittifakın nedenlerini sorgulamaya çalıştığı toplantıda Enver Paşa’ya “Paşam, Erkân-ı Harbiyemizi Almanlar’a teslim etmemizin başka bir anlamı var mı? Ben buna bakarak aramızda bir ittifak olduğunu sanmıyorum. Sefer planlarımıza kadar bizim bilmediklerimizi Alman müdürlerimiz biliyor. Şu halde vaziyetimiz daha ağır bir şekilde demektir” derken, Binbaşı Mustafa Kemal “Ordumuz, kayıtsız şartsız bütün sırlarıyla Alman Askeri Heyeti’ne teslim edilmiş” diyordu.8
Sarıkamış Harekâtına Doğru
Enver Paşa’nın özel örgütü Teşkilat-ı Mahsusa öncü güç olarak Kafkasya’da harekete geçmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa müfrezeleri Dr. Bahattin Şakir’in şefliğinde kontr-gerilla harekâtı düzenleyecektir. Bahattin Şakir öyle coşkuludur ki İstanbul’dan Erzurum’a giderken yol kavşaklarına “Turan’a buradan gidilir” diyen ok işaretli tabelalar koydurmaktadır.
Harekâtın hazırlık aşamasına, savaş kışkırtıcılığı yapan inanılmaz bir medya çalışması eşlik etmektedir. Osmanlı’nın yoksul halklarını bu savaşa hazırlayanlar, yanlarına şair ve edebiyatçıları da katmışlardır. Basın ve “aydınlar” hep bir ağızdan “Bütün Kafkasya Müslümanları, Osmanlı için dualar ediyor ve o kurtuluş gününü bekliyorlar” demektedir. Ömer Seyfettin, Yusuf Akçura, Şevket Süreyya Aydemir gibi birçok tanınmış kişi “Turan” hayalini kendine göre süslemektedir. Alman emperyalizminin çıkarlarıyla örtüşen Turancılık, Osmanlı yöneticilerinin yeni ideolojisi haline gelmiştir. Bu ajitasyonla yola çıkanlar, dünya egemenliği hayalleriyle Osmanlı halklarını büyük bir felaketin içerisine sürüklediklerinden habersizdirler.9
Alman ordusu Fransa’da, diğer müttefik Avusturya ordusu Galiçya’da zor durumdadır. Alman subayların Osmanlı’nın Çarlık Rusyası’na karşı bir an evvel cephe açması ve Mısır ile Suveyş Kanalı’nı işgal etmesi baskısı sonuç vermiş, Sarıkamış üzerinden Ruslar’a doğrudan saldırı kararı verilmiştir. Aralık ayında, eksi otuz dereceleri gören bir soğukta henüz ihtiyaçları giderilmemiş bir orduyla…
Sarıkamış Harekât mı? İnsan Kıyımı mı?
Üçüncü Ordu Komutanı Hasan İzzettin Paşa, ağır kış koşullarında yapılacak bir saldırı hakkında olumsuz görüş bildirir. Kendisi, Harbiye’de Enver Paşa ve Mustafa Kemal gibi birçok subayın hocasıdır. Teçhizatsız, üniformasız, gıda sorununun çözülmediği bir saldırının kış koşullarında yapılmasının aleyhte bir sonuç yaratacağını söylediğinde Enver Paşa’nın cevabı çok sert olur: “Ordu’nun moralini bozmayın! Eğer hocam olmasaydınız, sizi şimdi burada idam ettirirdim!” Bu cevabı alan Hasan İzzettin Paşa üçüncü ordu komutanlığından istifa eder.
Hasan İzzetin Paşa düşüncelerinde yalnız değildir. Diğer komutanlarında aklından zemheri denilen bir kışın en yoğun olduğu koşullarda ve bu olanaksızlıklar içerisinde böylesi bir savaşa girileceği geçmemektedir. Ancak itirazlar boşunadır. Bu uyarıları yapanlar, çok ağır baskı ve sansüre uğrayarak seslerini keseceklerdir.
Enver Paşa’nın planı şöyledir: 11. Kolordu, düşmanın üzerine gidecek ve onlarla göğüs göğüse çarpışırken, 9. ve 10. Kolorduları da arkadan dolanıp düşmanı hezimete uğratarak Turan yolunu açacaklardı. Ellerinde gerçek ölçeklerde haritaların bulunmadığı, kolorduların henüz bir araya getirilemediği, askerlerin temel ihtiyaçlarının karşılanmadığı hatta karşılanamayacağı ve sağlık hizmetlerinin yetersizliğinin bilindiği şartlarda…
Sarıkamış Harekâtı, 22 Aralık 1914 tarihinde 120 bin askerle başlatılır. 3. Ordu’da 190 bin insan ve 60 bin hayvan bulunmaktadır. Bu mevcudun altı aylık gıdasını karşılamak için 88 milyon kilogram buğday, çavdar ve arpa gereksinimi olduğu halde Ordu ambarında 1 milyon 250 bin kilogram yiyecek ve tahıl bulunuyordu.10 En az bunlar kadar önemli başka bir sorun da ulaşım sorunuydu. Örneğin; 10. Kolordu, Samsun’dan Erzurum’a yürüyerek otuz iki günde ulaşacaktır. Anadolu’nun farklı yerlerinden toplanan askerlerin cepheye ulaşması haftalar sürecektir, ulaştıklarında yorgun olacaklardır.
Taburlar ve bölükler halinde yola çıkanların sırtlarında kaputları, ayaklarında postalları yoktur. Güneyden gelenler ise yazlık kıyafetleri ile yürümektedir. Cepheye katıldıklarında içlik, çorap ve palto verileceği söylenmiştir ancak palto ve şapkanın dışında hiçbir şey verilmemiştir. Cepheye katılanların birçoğu ya kendi elbiseleri ya da ayakkabılarıyla savaşa gidecektir. Gıda sıkıntısı ise ilk günden itibaren bilinmektedir.
Bu yoksunluklara rağmen Enver Paşa, harekâtı ertelememekte diretir. Erzurum’da Üçüncü Ordu’yu ziyaretinde askerlere şöyle seslenir: “Askerler, hepinizi ziyaret ettim! Ayağınızda çarığınızın, sırtınızda paltonuzun olmadığını da gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Sizler orada her türlü nimete kavuşacaksınız. Alem-i İslam’ın bütün ümidi sizin saf çabanızdadır.” Hamaset yüklü bu konuşma tamamlandıktan sonra askerlere matbu olarak hazırlanmış “kurşun geçirmez” muskaları dağıtılır. Anadolu’nun dört bir yanından getirilen yoksul halkların çocukları merhametsizce savaş alanına iteklenir, harekât başlatılır.
Cepheye doğru yürüyen askerler, Almanya’dan gönderildiği söylenen yardımla umutlanmaktadır. Bölgeye demiryolu ulaşımı olmadığından, İstanbul ve Zonguldak’tan gemilere yüklenen erzak önce Trabzon’a getirilecek, oradan da hayvanlara yüklenerek Sarıkamış’a ulaştırılacaktı ancak bu yardım cepheye ulaşmayacaktır. 7 Kasım 1914 tarihinde erzak, mühimmat ve giyecek getirmekte olan Bezm-i Alem, Mithat Paşa ve Bahr-i Ahmet gemileri, Almanların “Türk gölüne çevireceğiz” dedikleri Karadeniz’de Rus savaş gemileri tarafından batırılmıştır. Enver Paşa ise “Bakü’ye, Dağıstan’a saldırsınlar, taş üstünde taş bırakmasınlar. Bütün Kafkasya’daki İslamları savaştırsınlar. Yiyeceğiniz mi yok? Kafkasya’nın bayındır kentleri ayağınızın dibindedir” talimatını vermektedir.
21 Aralık 1914 tarihinde; askerler, beyaz ölümün kucağına atılmışlardı. Kar ve buzla kapanmış derin ve yalçın derelerden geçiyor, karla kaplı alçak dağları ayaklarının altında görüyorlardı. Dağı aştıklarında uçsuz bucaksız kar yaylası ile karşılaşıyorlardı. Bir metreyi aşan karın içinde yürümeye, mermi gibi esen tipiye direnmeye çalışıyor, yoruluyorlardı. Biraz nefeslenebilmek için yol kenarlarına çömelenler ise donmamak için mücadele ediyorlardı.
Gündüz yapılan yürüyüşte askerlerin ıslanan ve yumuşayan çarıkları geceleri donuyor, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlıyor, bir süre sonra onları yürüyemez hale getiriyordu. Askerler olduğu yerde zıplayarak, donmakta olan çarıkları yumuşatmaya çalışıyorlar ancak donmanın vücuda yayılmasını engelleyemiyorlardı.
Düşeni kaldırmamak için, birliğinden kaçanları vurmak için emir almışlardır. Diğer yandan bir haftalık yürüyüşten sonra kimsenin düşeni kaldıracak ya da kaçanı vuracak hali kalmamıştır. Askerler, ordunun işaret taşları gibi yollara dizilmektedir. Kimi çömelmiş, kimi oturmuş, kimi bir ağacın gövdesine dayanmış ya da birbirlerine sarılmış halde buzdan heykellere dönüşmektedir.
Allahuekber dağlarında bulunan bir Osmanlı müfrezesi siperlerinde savaşırken donmuştur. Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç bu durumu “İlk sırada diz çökmüş beş kahraman, omuz çukurluklarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlardı. Tetiğe asılmak üzereler… ama asılamamışlar!” diye anlatacaktır.11
Açlık ve soğuktan bitkin düşmüş ordu, hayatta kalma mücadelesi vermeye başlamıştır. 11. Kolordu Komutanı Galip Bey, Erzurum Valisi Tahsin Bey’e yiyecek göndermesi için telgraf üzerine telgraf çekmektedir. Tahsin Bey’in cevabı “elde yeteri kadar ne ulaşım aracı ne de taşıyacak yük hayvanı kalmadı ama halkın sırtında taşıyarak sizlere yiyecek yetiştirmeye çalışacağım” olacaktır. Dediği gibi yapacak, 12-17 yaşındaki çocukları sırtına yük vererek dağlara gönderecek, bu çocukların büyük bir çoğunluğu cepheye ulaşamadan donarak ölecektir.
Birlikler arasındaki haberleşme ağı yetersizdir. Bu nedenle karlı dağlarda yollar kaybedilmektedir. Örneğin; yollarını kaybeden 31. ve 32. Tümenler 23 Aralık’ta birbirini düşman kuvveti sanarak çatışmışlar, ciddi kayıplar vermişlerdir.
Tifo ve tifüs salgını baş edilemez haldedir. Ordu Sıhhiye Başmüfettişi olan Doktor Tevfik Sağlam, Aralık 1914 – Ocak 1915 arasında en az 25.000 askerin bu hastalıklardan öldüğünü rapor eder. Ordu komutanlarından Hafız Hakkı Paşa’da tifüs hastalığına yakalanacak ve bir süre sonra ölecektir. Tıbbiyeli genç ve tecrübesiz doktorlardan kurulan destek ekiplerindeki doktorlar kaybedilmektedir. Hastanelerle, çevre köylere erzak bulmaya giden ya da cepheden firar etmeyi başaran askerlerle temas sebebiyle salgın Anadolu içlerine doğru büyümektedir. Savaşın yarattığı bu tahribat onlarca yıl sürecek olan bir ölüm çukuruna dönüşecektir.
Enver Paşa, Harbiye Nezareti’ne “Ruslara karşı başlamış olan harekât, Rus Ordusu’nun kat’i surette mağlubiyeti ile neticelenmediyse de, düşmanı hudut haricine çıkarmaya ve düşman arazisinin bir kısmını istilaya ve hasım ordusunun iyiden iyiye sarsılmasına meydan verdi.” bilgisini verirken; Hafız Hakkı Paşa, Enver Paşa’ya “Bitti paşam, Ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu” demektedir.12
Ocak ayı bitmeden, Sarıkamış cephesi tam bir insan kıyımı halini almış, Osmanlı ordusu tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hezimete uğramıştı.
Enver Paşa, Kolordu’dan geriye kalan bir avuç askeri bir araya getirip başlarına Hafız Hakkı Paşa’yı atayarak Erzurum’a, oradan da “casus ve bozguncuların yalan haberlerle halkın moralini bozmasını önlemek gerekçesiyle” harekâtın gizli tutulması emrini vererek, “muzaffer” bir başkomutan edasıyla İstanbul’a dönmüştür.
Sarıkamış harekâtı, ölüm biçimlerinin çeşitliliği ve korkunçluğu açısından simgedir. Eksi 39 dereceye kadar düşen soğuğun getirdiği beyaz ölümden kaçanlar üstlerinin emirleri ile yapılan infazlarda öldüler. Tifo ve tifüs salgınından öldüler. Savaşmaya devam edenlerin bir kısmı hiçbir belirti göstermeden, dört beş günlük uzun yürüyüşler sonrası ancak iki saat uyuyabildikleri ve yeterli gıdadan mahrum oldukları için dondurucu hava şartlarında “hızlı yaşlanma” hastalığına yakalanarak öldüler. Çarlık Rusyası’nın askerleri ile girilen çatışmalarda yaralanmak ya da esir kamplarına götürülmekse acı çeke çeke ölmek demekti.
Kıyımın gerçek boyutu ise ilkbaharda karlar eridiğinde ortaya çıkacak, kar altından asker cesetleri fışkıracaktı.
Sarıkamış Kıyımının Ardından
Alman emperyalizminin yedeğindeki “Turan” hayalleri uğruna savaşa girenler, “haklı” ve “mazlum” değillerdi. Bu savaş, ne bir zorunluluk ne de bir savunma savaşıydı.
1915 Ocağı’nda; 90 bini aşkın Anadolu evladı soğuk, açlık, hastalık ya da esir kamplarının kucağında Alman emperyalizminin çıkarları için feda edildi. Osmanlı’nın yoksul halklarının “50 Osmanlı Altını” ödeyerek askerlikten muaf olamayan çocukları; hiçbir savaş ahlâkına uymayan şartlarda, aç ve susuz, yazlık elbiseleri ile 2 bin 800 metre yükseklikte aman vermeyen soğuk ve bir metrelik kar içerisindeki Allahuekber Dağları’na göz göre göre ölüme gönderildi.
Cephe gerisinde; savaş giderlerini karşılamak için konan “Tekalif-i Harbiye” vergisi ile yoksul halkların yiyeceğine, içeceğine, giyim kuşamına kadar el konuldu, köyleri ve ağılları basılarak talan edildi.
Bu kıyımın sorumluları, hezimeti ve nedenlerini halktan gizlemek için yoğun bir karartma uyguladılar. Gazeteleri sansüre boğdular. Komutanlar düzeyinde bile konuşulmasını yasakladılar.
Derin bir suskunluk döneminden sonra asker kaçakları ile cepheden sağ dönenlerin anlatımlarıyla gerçekler gün yüzüne çıkmaya başladı. Bolşevik devriminden sonra ülkeye dönene kadar Rusya’da esir kamplarında kalan Yarbay Şerif İlden Köprülü’nün 1921 yılında Akşam gazetesinde yayınladığı anıları felaketin sorumlarını da açığa çıkardı. İşin ilginç yanı sadrazam Sait Halim Paşa dâhil dönemin tüm kabine üyeleri yaşananları sonradan öğrendikleri iddiasındaydı: “Vallahi bilmiyorduk!”
Ve sorumluların savunmaları hazırdır: “Ermeniler, bizleri o savaşta arkamızdan hançerlediler…”, “Beklediğimiz Alman yardımları bize ulaşmadı!” ya da “Aslında biz yenilmiş sayılmayız! Almanya yenildiği için biz de yenik sayıldık!“. Yüz yılı aşkındır bu yalanlar hiç değiştirilmedi.
Ve en acımasız savunma Enver Paşa tarafından Saffet Arıkan’a sunulandır: “Zaten açlıktan öleceklerdi, cephede düşman da öldürerek öldüler!”
Hamaset nutukları içerisinde, bunun bir “vatan savunması” olduğunun anlatılmasının amacı Osmanlı’nın yoksul halklarının çocuklarının Alman emperyalizminin çıkarları ile Osmanlı yöneticilerinin kişisel ihtirasları/hayalleri arasında kıyıldığının saklanmasıdır. Bu tarihsel gerçekleri hâlâ saklamaya çalışanlar ise tarihi kendi hegemonik çıkarları için yeniden üretmeye çalışıyor, bu yalanlara inanılmasına da ihtiyaç duyuyorlar.
Hakan Aydın
10.05.2021
Kaynaklar:
1-https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/sinan-meydan/abdulhamit-siyasetinin-ilk-kurbani-kibris-5206746/
2-L. Rathmann, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi, 2001, Aktaran: İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.
3-https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/borc-batagindaki-osmanlinin-sarildigi-duyunu-umumiye-2667310/
4-https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/sultan-ii-abdulgoogle-han-229779
5-https://odatv4.com/108-yil-sonra-31-mart-sorusturmasi-1001181200.html
6-K. Karabekir, 1. Cihan Harbine Nasıl Girdik, 1994.
7-İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.
8-E. Aydın, Osmanlı’nın Son Savaşı, 2013, Aktaran: İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.
9-İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.
10-A. Hür, Öteki Tarih – Sarıkamış’ta neler oldu, 2018
11-H. Benazus, Sarıkamış Gerçeği, Beyaz Ölüm, 2008, Aktaran: İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.
12-İ. Asil, Tarihin Saklı Sayfaları, 2020.