2010 Yılında Boğaziçi’nde Çağdaş Sanat Röportaj Dizisi’nde Deniz Özvarlık’a verdiği ropörtajı meraklılarına aktaralım…
Deniz Özvarlık: Sizi biraz tanımakla başlayalım Kemal Tufan kimdir?
Kemal Tufan: Asıl belirtmem gereken şey, ben sonuçta 1962 yılında Silivri’de doğdum. Ve de böyle bir taşrada yetişip, liseyi de orada bitirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünü kazandım beş buçuk yıl orada okuyup mühendis oldum beş ay mühendislik yaptım. Sonra Mimar Sinan Üniversitesi Heykel bölümüne girdim beş yıl da orada okudum. 1994’de Mezun oldum oradan sonra gerek yurt içinde, gerek yurt dışında sürekli sanatsal faaliyetlerime devam ediyorum. Onun dışında da pek çok konuyla hem hobi şeklinde, gerekse daha profesyonel anlamda ilgilendim. Bunların içinde halk dansları, tiyatro, modern dans, koreografi gibi genellikle sanatla ilgili olan ama sanatın farklı disiplinleri ile ilgili pek çok çalışmalarda bulundum. Şimdi de aslında heykel tabi ana dalım ama heykelin yanı sıra bir takım performanslar, enstalasyonlar ve sanatsal projelerimle daha önce kullandığım ya da üzerinde çalıştığım pek çok farklı disiplini de kullanıyorum.
Deniz Özvarlık: Güzel sanatlara ilk ne zaman, nasıl ilgi duydunuz?
Kemal Tufan: Güzel Sanatlara çocukluğumdan beri ilgi duyuyorum. Ama çocukluk yıllarında o ilgi çok net anlaşılmıyor çünkü her çocukta var o ilgi zaten, her çocuk resim yapmaktan hoşlanır, her çocuk müzikle ilgilenir. Bu aslında biraz zamanlama, doğru değerlendirme, ailenin sizi yönlendirmesi, çevrenizdeki insanlar, çevre faktörü çok önemli. Sanatla hep ilgiliydim zaten şarkı söylerdim, çalardım, resim yapardım ama bunun profesyonel anlamda hayatımı yönlendirecek ya da benim işim olacak bir şey olarak düşünmezdim. Sanat herkesin hobi olarak yaptığı bir şey ama ayrıca herkesin “doğru, dürüst” bir işi olması gerekiyor… Yani mühendis olacaksın, doktor olacaksın, öğretmen olacaksın, bankacı olacaksın… Para kazanacağın bir maaşlı işinin olması gerekiyor, sanat Türkiye’de hala meslek olarak görülmediği için. Bunun için ya ailen çok zengin olacak, çok ilgili olacak onlar teşvik edecekler ya da senin sağlam bir mesleğin olacak öbürlerini zaten hobi olarak yapacaksın.
Deniz Özvarlık: Ailenizde karşı çıkan olmadı mı peki mühendisliği bırakmanıza?
Kemal Tufan: Hayır karşı çıkmadılar. Çünkü çok ileri görüşlü bir aileydi benim ailem, hala da öyleler… İçten içe tabii ki mühendis oldum, her yerden iş teklifleri var ama vazgeçiyorum diye üzülmüşlerdir. Ama benim itirazlarıma onlar kulak verdiler, önümü kesmediler ve itiraz etmediler; zaten pek öyle bir şansları da olmadı. Çünkü ben çok kararlı bir insanımdır, bir şeyi aklıma koyduysam mutlaka gerçekleştiririm. Hatta destek bile oldular, çünkü “sen bilirsin” demek bile aslında bir destektir; o çünkü özgüven kazanmanızı sağlıyor. Ve de bu kararı ben verdim, üstesinden de ben gelmek zorundayım diyip, size farklı bir motivasyon da sağlıyor.
Deniz Özvarlık: Güzel sanatları seçerken heykel ilk tercihiniz miydi? Yoksa Türkiye’de güzel sanatlara giriş sınavlarındaki şartlar mı sizi heykele yöneltti?
Kemal Tufan: Ben ilk Üniversitem yani İstanbul Teknik endüstri mühendisliğinden sonra bilerek, bilinçli olarak heykeli tercih ettim. İlk değil tek tercihimdi heykel o yüzden.
Deniz Özvarlık: Biraz tarzınızdan ve etkilendiğiniz sanatçılar varsa onlardan bahseder misiniz?
Kemal Tufan: Ben bu etkilenme olayını, böyle bir şeyler okuyup ya da bir yerlerde gördüklerinden etkilenerek, bazı sanatçılardan etkilenme olarak algılamıyorum. Mutlaka insanın okuduğu kitaplar, izlediği filmler, gezdiği sergiler, gözlemleri etkiler. Sanatçı dediğiniz insan hayatı gözlemleyen insandır, farklı gözle bakan insandır; yolda yürürken bile. Ormana gidiyorsun veya plajda gezmeye gidiyorsun yerdeki çakıl taşlarına takılıyor gözün; onun formu, bunun şekli diyorsun. Biçimler ya da yaşamdaki objeler sürekli sana başka şeyler algılatıyor. Bunu bilinçli olarak yapmıyorsun; bu ağaçtan şöyle bir şey mi çıkar acaba, şurasını böyle kessem mi diye düşünmüyorsun ama beyninde öyle bir otomasyon sistemi kuruluyor ki onu doğal görüyorsun. Tabii ki birçok işin üretiminde bir takım sancılar yaşıyorsunuz, bazen beyninizi zorluyorsunuz… Ama bana ilham veren şeyler deyince de, hoşuma giden sanatçılar olduğu zaman tamamen o sanatçının hayat boyu çizgisine kapılıp gitmek zaten çok doğru bir şey değil. Çünkü birisini taklit ederseniz o zaman sizin kendi özgün çizginizi bulmanız çok daha zor olur. Hani bir sanatçı albüm çıkartır, siz onun sadece bir şarkısını beğenirsiniz ama o bir tek şarkı için albümü belki alırsınız belki almazsınız, ama bu o sanatçının bütün şarkılarını seviyorsunuz anlamına gelmez. Sanatçıların da sevdiğim işleri oluyor, sevmediğim işleri oluyor. Ben işini doğru düzgün yapan, özen gösterip bir şeyler üreten her sanatçıyı aslında çok seviyorum. Bazen figüratif çalışanlar, soyut çalışanlar, şunlar bunlar diye tartışması yapılır ama ben öyle bir ayrım yapmıyorum. Hepsi iyidir, yeter ki işini iyi yapsın, doğru yapsın. Yani arabesk sanatçısı da eğer işini doğru yapıyorsa kendi alanında başarılıdır, onu ona göre değerlendirmek gerekir. Yani bu yanlıştır veya figüratif için “bu devirde hala figür mü yapıyorsun” çıkışı doğru değil bence. Sizin kişisel tercihleriniz farklı tabii ki ya da çağdaş sanatla ilgili yorumunuz çok farklı olabilir; kim onu değerlendirecek o da çok göreceli bir durum. Bunun hep tartışması yapılır. Tabii ki bizim çağdaş dediğimiz, şu anda mesela video çalışmaları yapılıyor, performanslar yapılıyor, enstalasyonlar yapılıyor. Bunlar bu çağda olması gereken çalışmalar, hatta bunun ötesi de yaşanacak daha ilerde ama klasik çalışan sanatçıların bunu yadırgamaması gerekiyor. Mesela bienale gittiğin zaman çoğu insan tepki duyuyor çünkü anlamadığı şeylerle karşılaşıyor, daha kavramsal işlerle karşılaşıyor. O işleri reddetmek doğru değil, onu eleştirebilecek düzeye geldiğin zaman eleştirirsin. Bazı sanatçılar “Bak, adam zamanında yememiş içmemiş damarlarına kadar heykeli yapmış. Şimdi siz bunu yapabilir misiniz?” dediğinde, işte o da eleştiriye açık bir konu. , evet, işte biz onu da yapabiliyoruz. Hele şimdiki tekniklerle onun eğitimini alıyoruz; klasik eğitimlerle başlıyoruz, kopya yapıyoruz, yunan heykeli, mısır heykeli… bütün o antik heykelleri kopya ederek formu öğreniyoruz. Ve bunları yapabilecek düzeye geldikten sonra daha soyut, daha kavramsal çalışmalar yapıyoruz. İşte o yüzden iki tarafın da birbirini reddetmemesi lazım, herkes birbirine saygı duysun ama herkes istediğini yapsın. Asıl olan üretimdir, sonuçtur. Yani ortaya çıkan o ürünü değerlendirmek gerekiyor.
Deniz Özvarlık: Sualtında yaptığınız heykelleriniz var. Deniz ve balık temasını eserlerinizde kullanıyorsunuz bu fikir nereden geldi?
Kemal Tufan: Silivri’de yetişmiş olmanın etkisi aslında bu, denizle iç içe ve bütün komşuların balıkçı olursa bundan etkilenirsiniz siz de. İşte tutku senin yaşadığın ortamdan ne kadar beslendiğinle de ilgili, ilk oradan başlıyor. Onun ötesinde özgürlükle ilgili de bir tutkum vardı benim ve o özgürlük duygusunu veren şey de çocukluktan itibaren hep denizdi. Yani o uçsuz bucaksız arkasında ne olduğunu görmediğin deniz, ucu bucağı olmayan bir yere gidiyor, onun arkasında ne var duygusu. Deniz senin yalnız kaldığın ve her şeyi senin çabalayarak elde edebileceğin bir ortam sağlıyor sana. Deniz tabi kavramsal bir şey sonuçta. O uçsuz bucaksızlık, sonsuzluk duygusu pek çok insanda da aynı duyguyu yaratır zaten.
Deniz Özvarlık: Türkiye’de “sanatçı olmak” zordur derler hep. Siz bu cümleye katılıyor musunuz? Özellikle heykeltıraşlar için daha zor olmalı bu, çünkü Türkiye’de heykele yeterince önem verilmiyor çoğu heykel kaldırılıyor, bakımsız kalıyor hatta bazen yasaklanıyor.
Kemal Tufan: Bu konu bizim en çok konuştuğumuz konu, yabancı arkadaşlarımla da bu konuyu tartışıyoruz çoğu zaman. Ben ne zaman “Türkiye’de sanatçı olmak çok zor” desem Hollandalı arkadaşım da atlıyor “evet bizde de çok zor” diyor, Alman olan da atlıyor “bizde de çok zor” diyor… Yani herkes hayatın zor olduğundan bahsediyor, bu çok göreceli bir durum. Çünkü mesela Afganistan ile karşılaştırıldığında Türkiye daha iyi bir durumdayken, Avrupa’yla karşılaştırıldığında kötü bir durumda. Türkiye’de sanatçı olmak çok zor, çünkü Türkiye’de daha sanat ortamından bahsetmek çok zor. Bunu söyleyince birçok insan hemen itiraz ediyor: burada bienaller yapılıyor, sergiler, konserler falan… Bu tamamen çok büyük bir savsata çünkü Türkiye’den bahsediyoruz, İstanbul’dan bahsetmiyoruz… Türkiye’de her şey İstanbul da yapılıyor, İstanbul’un dışında bir şey yok. O yüzden Türkiye sanat fakiri bir ülke ve sanatın %90’ı İstanbul’da yapılıyor, çok büyük bir dengesizlik var. Eğer İstanbul’un dışındaysan sanatın dışında sayılıyorsun. Ondan sonra Ankara geliyor ama Ankara o kadar geride ki İstanbul ile dengelemesi falan çok yıllar gerektiriyor. Bu ekonomik anlamda da böyle. Sanatçıların hele heykel sanatçılarının kendi hayatlarını kazanmaları çok zor. O yüzden biz yıllarca dekorasyon işleri yaptık. Ama sonuçta sanatçı olmak bir şekilde idealist bir durum, onun sonucunda kazanacağın şeylerin bedelini bir şekilde ödemen gerekiyor. Eğer Türkiye’de sanatçı olacağım diyorsan sonunda karşılaşacağın her türlü güçlüğü, her türlü zorluğu göğüslemeyi göze alıyorsan bu işe girişmen gerekiyor. Ben çok dibe vurdum ama hiçbir zaman da şikâyet etmedim durumumdan.
Deniz Özvarlık: Değişik ülkelerde sunumlar yaptınız; insanların algılaması üzerine farklar gözlemlediniz mi? (Evetse bunlar nelerdir?)
Kemal Tufan: Eğitim düzeyi yüksek ülkelerdeki sıradan insanlar bizim ülkemizdeki sanatla ilgili insanlar kadar doğru yorumlarda bulunabiliyorlar. Eğitim düzeyi iyi durumdaysa o insanların sanatı algılama biçimleri de daha farklı oluyor. Mesela bir İspanyol doğuyor ve adamın iki sokak ötesinde Prado müzesi var ve orada o kültürle yetişiyor, orada bir müzeye gidiyorsunuz ve müzede minicik anaokulu çocuklarını görüyorsunuz. Yani orada çağdaş sanatın en iyi örneklerini görerek yetiştiği için yetişkin bir insan olduğunda da sanat üzerinde kafasında mukayese yapabiliyor, değerlendirecek bir referansı oluyor.
Deniz Özvarlık: Sanatın insan ilişkilerindeki üzerinde etkisi nedir sizce?
Kemal Tufan: Sanatın en iyi iletişim kurma yöntemi olduğunu benim söylememe gerek yok. İnsanlık var olduğundan beri en etkili iletişim aracı sanat. O yüzden, ekonomik açıdan çok ileri ülkeler bunu kavradıkları için sanata çok fazla yatırım yapmaya başladılar. Japonya mesela böyle bir ülke. Her yapılan organizasyona yan unsur olarak sanat ekleniyor. Mesela olimpiyatlar yapıldı ve onlara yan unsur olarak sergiler açıldı, Pekin’de heykel parkları yapıldı mesela.
Deniz Özvarlık: Etrafımızda çok fazla görsellik var bu nedenle örneğin grafik sanatlar gitgide yalınlaşıyor. Heykelde böyle bir değişim var mı? (Ne yönde?)
Kemal Tufan: Bu soruya kendi yaptıklarımdan yola çıkarak cevap vereceğim. Disiplinler arası etkileşim sanatın bütün alanlarında çok önemli olduğu için artık resimdir, heykeldir böyle çok fazla net sınırlar koyamıyorum. Yeri geldiğinde heykelin formunu sorun ediyorsam sonrasında onu yok sayıp onun içine daha çağdaş bir takım elemanlar -ses, görüntü gibi şeyleri- ekleyerek aslında hem görselliği hem müziği, sesi ve benzerlerini bir arada kullanabileceğim şeyler düşünmeye başladım. Bu da demek oluyor ki, bütün sanat dallarının temelinde aslında aynı kurallar geçerli. Disiplinler sadece teknik anlamda ayrılıyorlar. Mesela derinlik kavramı dediğin zaman müzikte de derinlik var, tiyatroda da sahne derinliği var, resimde de, heykelde de derinlik kavramı var. İşte o kavramları seçtiğin disiplin içinde bir arada kullanabiliyorsan doğru biçimde, o zaman yaptığın iş bir anda sadece heykel olmaktan çıkıyor ve insanlar ona başka bir isim veriyor. Mesela benim yaptığım işlerin çoğuna şimdi video heykel demeye başladılar, çünkü video kullanıyorum o işlerim içinde. Hangisinin yerleştirme, hangisinin video heykel, hangisinin video art olacağına, hangisinin sadece heykel olacağına siz yaparken kendiniz karar vermiyorsunuz, siz kafanızdakini yapıyorsunuz. Ben sadece video da yaptım, sadece heykel de yaptım; ikisini birleştirip video heykel de yaptım, yerleştirme de yaptım, performans da yaptım. Bunların tümü aslında kişisel çizginizle de ilgili. Ben mesela uzun yıllar tiyatroyla da ilgilendim, aynı zamanda hep müziğin ve dansın da içindeydim.
Deniz Özvarlık: Son olarak önümüzdeki yıllara yönelik proje ve planlarınızdan bahseder misiniz?
Kemal Tufan: Heykel yapımı sürekli devam ediyor, mesela önümüzdeki ay Hindistan’a gideceğim, orada heykel yapacağım. Önümüzdeki yıl Çin’de bir proje düşünüyoruz; 2010 Shangai World Expo’da büyük bir heykel yapmayı düşünüyorum, hatta birkaç heykel olma olasılığı var. Sonra Haziran başında Tokyo’da karma bir sergi olacak ondan sonra ise gene aynı galeride kendi kişisel sergim olacak ama onun zamanını henüz belirlemedik. Nisan ayında BG Art Bebek’te benim bir kişisel sergim olacak. Bunlar kesinleşenler şimdilik.
KAYNAK: http://istanbulmuseum.org/artists/kemal%20tufan.html
Bu dergideki ropörtaj burada sona eriyor…
Sanatçımızın Ahşap Heykellerinin fotoğraflarını sizlere sunalım…
Şimdi de taş heykellerin dünyasında birlikte yolculuğa çıkalım…
Yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz sanat eserleri açık hava heykellerinden sadece birkaçıydı, birazda kapalı alan sergilerini ziyaret edelim…
Yer: Beyoğlu’nda bulunan PG Art Gallery
Heykeltıraş: KEMAL TUFAN
Yıl “2001”
Yer: Beyoğlu’nda bulunan PG Art Gallery
Heykeltıraş: KEMAL TUFAN
Sergi Adı “Derin”
Yıl “2005”
Yer: Beyoğlu’nda bulunan PG Art Gallery
Heykeltıraş: KEMAL TUFAN
Sergi Adı “Kamuflaj”
Yıl “2007”
Beyoğlu’nda bulunan PG Art Gallery’de 2015 yılında “Dictionarium” isimli yukarıda fotoğraflarını gördüğünüz sergi’yi görür Hürriyet gazetesi köşe yazarı Doğan Hızlan, burada Silivri’li sanatçı Kemal Tufan ile karşılaşır ve bu karşılaşma yazarın aşağıdaki köşe yazısını yazmasına sebep olur.
Kemal Tufan’ın dolmakalemleri
YAZININ başlığını okuyunca, onun bir kırtasiyeci olduğunu düşünebilirsiniz. Söze kalemden girince hemen aklınıza kırtasiyeden söz edeceğim gelmesi de normal. Ama o bir heykeltıraş!
Dolmakalemleri seven, onları tutkuyla yeniden yaratan Tufan, o formdan başka metaforlara, yeni çağrışımlara, farklı türlere açılan bir anlayışla yaratıyor kalemlerini. Boğazkesen’den Galatasaray’a doğru çıkarken sağda PG Art Gallery’nin camından içeriye baktığınızda, benim gibi kalem tutkunu biriyseniz, dolmakalemlerin cezbesine kapılıp içeri girersiniz.
Kemal Tufan’ın sergisinin adı: “Dictionarium”.
Dolmakalem nice çağrışımlar objesidir. Kimileri için bir anı anımsatıcısı, kimileri için de bir başka imgeler dizesini başlatandır. Bu çoğul çağrışımlı özelliğini iyi kullanıyor sanatçı. İşlemeli dolmakalemlerin içine konulan malzeme, kalemin işlevleri konusunda da yaratıcılığın sonsuz olanaklarını sunuyor.
Tufan’ın dolmakalemleri kafes görevini üstlenmiş, kafesin içindeki malzeme kalemin sadece yazma enstrümanı olmasının ötesine geçiyor. Eleştirmenler sanatçının yaptıklarını bakın nasıl tanımlıyorlar:
“Kalem imgesini salt bir yazı yazma enstrümanı olmanın ötesinde, kişisel ve toplumsal belleğin kayıtlarına yönelik bir gösterge olarak kullanan Tufan, bu kalemlerin yüzeylerine kör ve sağır–dilsiz alfabeleriyle yazılmış anlatımlar inşa etmiş. Dokuma (Lat.texo) ve metin (Lat.textus) arasındaki kökensel bağı vurgulayan bu çalışmalar, motife bir yüzey üzerindeki kayıt aracı şeklinde ikinci bir işlevsellik katmakta. Bu sayede; kayda alınamayan sözlü kültürün ve yazılı olmayan işaret dillerinin belleğimizin arka katmanlarında kapladığı yerin, üç boyutlu bir sunumunu meydana getiriyor.”
KAYNAK: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/kemal-tufan-in-dolmakalemleri-28738116
http://www.pgartgallery.com/ Adresinden gerek sanatçımız Kemal Tufan gerekse dünya çapında diğer sanatçıların sergilerini takip edebilir ziyaret edip gezebilirsiniz…
Ve yine 2015 Yılında Kemal Tufan Bayburt Postası isimli youtube kanalına Baksı Müzesi’nde karaya vuran denizaltı çalışmasının hikayesini Yayın Editörü Kürşat Okutmuş’a anlatır…
27.03.2017 tarihinde ulaşabildiğimiz son ropörtajını Yasemin Semercioğlu’na vermiştir. İşte o yazı:
İstanbul Teknik Üniversitesi Endüstri Mühendisliğini bitirip 5 ay çalışıp istediğiniz mesleğin bu olmadığına karar verdiğinizi biliyoruz. Sonrasında Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümüne girdiniz. Heykel aklınızda olan hep istediğiniz bir bölüm müydü, neden heykel?
Öğrencilik yıllarında mask ile başlayan bu süreçte, mask yapmayı nereden, nasıl öğrendiniz bu fikir nasıl doğdu?
Mühendis alt yapınızın size bir katkısı oldu mu?
Zor olan aslında başaramadın, kazanamadın gittin sanatı kazandın düşüncesinden farklı olarak, önce mühendisliği kazanıp okuyup, mezun olup, işe başlayıp para kazanmaya başladıktan sonra geri dönüp sanatı okumaya karar vermek. Çevre baskısı daha da artıyor. Sen deli misin bu kadar güzel bir mesleğin varken, işin varken, para kazanırken bırakılıp öğrenci olunur mu diye eleştiriliyorsunuz.
Ailenizin bakış açısı bu durum karşısında ne oldu? Karşı mı çıktılar destek mi oldular?
K.T. İyi tarafı oydu. Ailem hiçbir şey demeden destek oldular. Gönüllerinde belki mutlaka, acaba doğru mu yapıyor endişesi olmuştur. Ama bana ailemden hiç kimse tutup sen deli misin bu saatten sonra iş bırakılıp tekrar başa dönüp öğrenci olunur mu diye eleştiride bulunmadı. Belki de güvendiler bu çocuğun bir bildiği vardır diye düşündüler. Sanata karşı olan yeteneğimi de biliyorlar, sanatta başarılı olacağıma eminler ama onların kaygısı olsa olsa ekonomik olur, sanattan para kazanmak mümkün değil. O kaygılardan dolayı belki içlerinde gelecek endişesi duymuşlardır. Ama sonra o büyük uluslararası sempozyumlara katılmaya başlayıp başarılı oldukça ve kendi başarılarımla ayakta kaldığımı gördüklerinde, o zaman onlarda çok daha mutlu oldular ve doğru karar verdiğimi anladılar.
Sanatın, ancak belli kesimlerde kabul görüp yapıldığı bu ülkede heykel sanatı resimden daha da zor. Bunun sıkıntısını siz de yaşıyor musunuz?
K.T. Yaşamaz mıyız? Aslında sanatın her alanında zorluklar var ama heykelde resme veya diğer dallara istinaden daha farklı olan birincisi bir atölyeye sahip olmak zorundasın. Resmi evin bir odasında da yapabilirsin. Küçük bir alana sahip olduğunda yeterli olabilir tuval ve boya kullanıyorsun sadece. Ama heykelde mutlaka bir atölyen olması lazım ve bir gelir gerekiyor ki o atölyeyi döndürebilesin. Malzeme, alet edevat alman gerekiyor. Çünkü her kullandığın malzemenin farklı alet edevatı var Taş çalışıyorsan onun ekipmanını, aletlerini almak zorundasın, ahşap çalışıyorsan onunkileri dizeceksin, metal çalışıyorsan kaynak makinasıydı kesicilerdi vs. Dolayısıyla çok masraflı ve resme göre satılması çok daha zor bir sanat dalı. Büyük heykeller yaptığınızda onu koyacak yer yok, heykele alan gerekiyor, resmi bir duvara asabiliyorsunuz, hatta o duvarda bir şey olması gerekiyor diye resim bir ihtiyaç. Heykel biraz daha ikinci plana itiliyor. Eserlerin büyük olması da evlere girmesine engel tabi.
K.T. Mutlaka vardır diye düşünüyorum. İnsanın genlerinde doğup büyüdüğü köyün, kasabanın, şehrin etkisi çok önemlidir. Silivri’de doğup büyümüş olmam deniz çocuğu kavramı benimde işlerimde de mutlaka bir şekilde yansıyordur diye düşünüyorum. Çocukluğumdan beri deniz benim için çok büyük bir tutkuydu. Onun uçsuz bucaksızlığı, ben de o özgürlük duygusunu işte o denizin diğer ucunda neler var, merak duygusunu hep çağrıştırıp denize karşı bende çok yoğun duygular oluşturuyor. Yelkenli ile seyahat etmek dünyayı dolaşmak gibi. O deniz kavramı bende sonsuzluğu ve özgürlüğü sembolize ediyordu. O yüzden tekneler deniz canlıları o dönemin çocukluktan süre gelen etkileri vardır diye düşünüyorum.
Her serginizde, bir öncekinden farklı sürprizler karşılıyor, şaşırtıyor bizleri. Heykel dediğimizde aklımıza kil, ahşap metal gelir fakat sizin eserlerinizde malzeme olarak çok çeşitlilik var farklı malzeme kullanımını seviyorsunuz. Ama sizde hem malzeme olarak, form olarak, büyüklük olarak çeşitlilik var bir de enstalasyon, video var. Bize bu yapınızdan, ruhunuzdan nasıl yansıdığından bahseder misiniz?
K.T. Onun sebepleri, benim çocukluğumdan bugüne kadar gelen süreçte ki ilgi alanlarım, eğitimim, hobilerim, yaşam biçimimle ilgili ne varsa hepsinin etkisi vardır diye düşünüyorum. Daha lise yıllarında müzik ile halk oyunları, folklor ile çok ilgiliydim. Halk danslarından modern dansa kadar geniş bir yelpazede yıllarca ilgilendim. 2 yıl şehir tiyatrolarında çalıştım. Orada danslar ile ilgili hem koreografi yaptım hem de oyunda figüranlık yapıp tiyatronun iç yapısını gözlemleme fırsatım oldu. Dolayısıyla, insanın müzikle, tiyatroyla, dansla ilgin olursa üstüne heykelle ilgin olursa artı mühendislik eğitimi alıp o mühendisliğin sizin analitik düşünme yeteneğinize katkıları oluyor. Bütün bu ilgi alanlarını harmanladığınızda, çok normaldir ki benim malzeme seçerken, ahşap, taş, metal, aklınıza ne gelirse hepsine de etkisi oluyor. Heykel yontuyorum aynı zamanda hobi olarak dalgıcım mesela, o zaman ne yapıyorum, hemen su altında bir proje tasarlıyorum. Hobilerimle sanatı orada birleştirmiş oluyorum. Suyun altında heykeller yaptım, İsveç’te buzla çalıştım, buzun altında heykel yaptım. Mühendis olduğum için o mekanik birikimimi, heykellerimde bunu metallerle birleştirip hareketli heykeller yapabilmeye sahibim, neler yapabileceğimi çok rahat düşünüyor, hayal ediyor ve uygulayabiliyorum. Bir başkası için zor olabilecek şeyleri benim düşünmem, o birikimimden dolayı ilgilendiğim diğer alanlar, bu kadar farklı malzemeler ile bu kadar farklı türlerde işler üretmeme sebep oluyor. İnsanın yaşam biçimi neyse nelerle ilgileniyorsa üretiminin sonuçları da doğal olarak onu yansıtıyor. Benim videoları kullanmam, anlatmak istediğin kavramı, vermek istediğin mesajı, anlatabilecek, bugün için geçerli hangi malzeme varsa, teknolojinin geldiği hangi nokta varsa tabi bizim ekonomimizin yettiği ölçülerde, onları her sanatçının sınırsız kullanması gerekiyor. Ben de elimden geldiğince heykellerimde videoyu, kinetiği kullanıyorum. Mesela bu sergimde content çeliği kullandım. Paslı olmasını istiyorum heykellerimin ama bir yandan da dışarıda çürümesin istiyorum. Content çelik onu sağlıyor. Aslında, ucu bucağı olmayan sınırsız bir alan heykel. Biz onu kendi sanat anlayışımızda hangisi ile kendimizi daha rahat ifade edebiliyorsak, tabi sınırlarımızı bilerek onları kullanıyoruz. Mesela bu sergimde havada asılı hareket eden iki tane vatoz var, galeri daha büyük olsa 2 değil 150 vatozu hareket ettirsem, insanlar altındayken yukarıya bakıp onları görse tabi ki çok daha farklı, güzel bir etkisi olur. Sınırlarımızı bilmemiz derken, üretebileceğimiz maksimum neyse onu üretiyoruz. Tam da bu noktada mühendislik bilgileri, neyi ne kadar yapabileceğine yardımcı oluyor. Bu sergide ki tekne 4m. Onun tek parça girmesi, giremezse bir başka B planı, ölçüyor biçiyorsun, kaç kişi kaldırabilir ağırlığını, bunları hep hesaplıyorsun. Olabildiğince gerçekçi boyutlarda eser üretmek zorundasın, o tekneyi galeriye kolay girsin diye 1m yapsan aynı etkiyi yaratmayacaktır. Hem üretme hem ekonomik kapasitemiz neyse onu maksimum sınırlarda üretebileceğim ne varsa onu yapmaya çalışıyorum. Çok büyük boyutta işlerim var dış mekanda, fakat genelde yurt dışında yapıyorum, çünkü onlar bana bu tür imkanları tanıyorlar. Orada 8metrelik bir taş heykeli yapmak daha mümkün olabiliyor.
Şu anda, Pg Art Gallery ‘Time Ocean/Thy Motion’ (Zaman Denizi/Senin Hareketin) sergisine ev sahipliği yapıyor. Bu sergide de farklı malzemeler görüyoruz, burada vurgulamak istediğiniz nedir?
K.T. Önce teknik olarak açıklarsam, bu sergi, benim hareketli heykellerimin olduğu ilk sergim. Tabi her şey burada başlamadı çok öncesinden böyle bir fikir ve projelerim vardı. Kinetik heykellerim heykellere hareket kazandırma vs. bunun için belli maiyetleri karşılayabilmeniz gerekiyordu, doğru zamanın gelmesini bekliyordum. Bu sergide buna karar verip, adım atmam gerekiyordu. O yüzden bu sergi hareketli heykellerimin başlangıç sergisi diye de algılanabilir ki bundan sonra da devamı gelecek. Bunları yapma sebebim, başkalarına işlerimi beğendirmeye çalışmak değil, önce kendimi tatmin edip kendime yeni bir özgürlük alanı yaratmak. Çünkü bir müddet sonra insan tıkanıp kalıyor, benzer şeyleri üretmeye başladığında o kısır döngü içerisinde çıkış yolu bulamamaya başlıyor kendisini tekrar etmeye başlıyor. İşte o tekrardan kısır döngüden, o sıkışmışlıktan, her sanatçının kendini kurtarma yolları araması gerekiyor. O yüzden ben sınırsızca farklı malzemeleri kullanıyorum. Bir sergide ahşap kullanıyorsam, diğerinde metali, taşı kullanıyor, videoyu işin içine katıyorum. O çeşitlilik de bir süre sonra yetersiz olduğunda hala yapılacak sınırsız şey var. Bu sergide de kinetiği ele alıp hareketli heykeller yapmaya başladım. Teknik olarak, ileride çok daha iyi olabilirim. Bu serginin önemi de o, benim için yeni bir özgürlük alanı yaratmış olması, ilk olması ve devamının gelecek olması diye düşünebiliriz. Serginin özeline gelince, teması adı ‘Time Ocean/Thy Motion’ aslında tekrar gibi görünse de bir kelime oyunu var ’ Zaman Denizi / Senin Hareketin’ Yani genel olarak zaman kavramını ele aldığım dört eserden oluşan bir sergi bu. Bir tanesi zamanın başlangıcını ve bitişini sembolize eden tekne omurgası, aslında tekne batıp gittiğinde sadece omurgası kalıyor veya bir tekne yapmaya başladığında da ilk önce omurgasını yapıyorsun ondan sonra üzerini kaplıyorsun ve denize indiriyorsun. Her şeyin bir iskeleti var bunu bir hayvan omurgası, iskeleti gibi de düşünebiliriz. Sergide kayığım, teknede kürek çeken bir adam var. Bu eserde, rutin ama sonsuzluğa giden, bizim zaman denizi içerisinde yolculuğumuzu, o süreci sembolize ediyor. Belirli zaman aralıklarında o mekanik figürün aynı hareketi yaptığını görüyoruz. Dakikada 7 defa dönen bir motor vasıtasıyla yapılan bir hareket. Vatozlar var, onlarda insana ait olmasa bile insanın dışında var olan evrende ki o uçsuz bucaksız zamanı sembolize ediyor. Aynı zaman dilimi içerisinde kanatlarını indirip kaldırarak o okyanusta ki devinimi, sonsuz zaman okyanusunu sembolize ediyor. Son eser çeşme, bir dereden bulduğum doğal büyük bir taş var. O taşın içini oydum içine video ekranı yerleştirdim. Üzerinde de yine eskiciden aldığım bir musluk var. O musluktan sanki su damlıyormuş gibi, orada sanal gerçekliği kullanıyorum. Videonun içinde de su damlası efekti var. Su damlasının videosunu çekip yerleştirdim. Sanal gerçekliği kullandım, –mış gibi göstererek orada sadece musluk gerçek, taş belki iki milyon yaşında. O aslında bize saati gösteriyor bizim keşfettiğimiz, zaman aygıtı diyebiliriz. Sanki her saniyede bir su damlası damlıyormuş gibi. Böyle bir kurgu içerisinde, orda ki malzeme, ama orada video görüntüsü sadece sanal gerçek. Böyle bir kurgu içerisinde, tek başına ayrı bir heykel gibi görünse de, bu ‘Zaman Denizi’ içerisindeki zamanı ölçen bir aygıt olarak düşünebiliriz.
Yasemin Semercioğlu’nun yazısından görseller:
Peki Silivri’de doğan büyüyen, burada okuyan Kemal Tufan’nın Silivri’deki heykeli nerede ve ne heykeli?
Yukarıda gördüğünüz resimler Heykeltıraşımız Kemal Tufan’ın yaptığı Nazım Hikmet Ran Heykeli’nin açılış gününden (15 Ocak 2013, Salı) fotoğraflar.
Bu törendeki konuşmaları size kısaca aktaralım…
Rutkay Aziz: “Ne mutlu ki bize böylesi bir günde bir araya geldik. Bugün dünya şairimizin 111. yaş günü ve tepemizde güzel bir güneş. Şairin dediği gibi er geç bu ülkede güneşli günleri göreceğiz. Bu anlamlı heykel için başta başkanımızı ve bütün emeği geçenleri kutlarız. Silivri gibi çok anlamlı bir yerde dikiliyor. Şair Nazım dediğimiz zaman biz; bağımsızlığı, insanlığı, emeği, barışı, ışığı, hürriyeti bütün bu kavgayı anlıyoruz. Nazım’ın heykeli Silivri Cezaevi’ne doğru hürriyet, adalet diye bağıracaktır. Biz de onları er geç özgür bir ortamda kucaklayacağız”
Kemal Tufan: “Ben Silivriliyim burada doğup, büyüdüm. Bu heykeli yapmak benim için çok daha farklı bir anlam taşıyor. Heykelin başına gelenler çok normal. Yıkıldıkça, biz yenisini yapmaya devam edeceğiz. Doğduğum, büyüdüğüm, yetiştiğim topraklara böyle bir eser bırakıyor olmaktan dolayı çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Belediye başkanımıza böyle bir eserin yapımına karar verdikleri için teşekkür ediyorum.”
Özcan Işıklar: “O’nu yaşatmak için her yıl gerçekleştirdiğimiz anma programlarımıza başladığımızda bir heykel eksiğini kesinlikle gidermemiz gerektiğini düşündüm. Bunu Kemal’den başkası yaparsa bu bizim ayıbımız olur dedik. Dünyada yüze yakın ülkede eserleri olan, Silivri’nin gururu dünya çapında bir sanatçımız dururken başka birini düşünmek anlamsızdı. Nazım Hikmet, Silivri açıklarında Erkin Gemisi’nde 19 gün süren yargılamadan sonra toplam 28 yıla mahkûm olmuş. O mükemmel kurtuluş destanını yazan şair, orduyu isyana teşvikten ağır hapisle yargılanıyor ve ceza alıyor. Bugün ise, kelime mühendisi olan Nazım’ın her sözü dünyanın özgürlük şarkıları gibi; sağ ve sol ideolojilerin tamamının üstüne çıkan, herkesin dilinde vatan sevgisini, bağımsızlığı, adaleti, insan sevgisini, evrenselliği anlatan değerler haline geldi. Bu heykelle birlikte Silivri adalet ve özgürlükle özdeşleşsin istedik. Kim olursa olsun eyleme geçmedikten sonra kendi düşüncesini savunmak, anlatmak ve ikna etmeye çalışmak bence demokrasinin olmazsa olmazıdır. Büyük ustanın söylediği gibi “…Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle; işçi tulumuyla bu güzelim memlekette, hürriyet!.” Başkan Işıklar konuşmasını; “Sanatsız bir toplum heykelsiz bir kent düşünülemez”
dedi… Muharrem Aydoğan bağlama çalıp türküleri okurken ona eşlik eden İhsan Tevfik şiirler seslendirdi. Onur Kilci ve İbrahim Orçin de sazları ve sözleri ile güne renk kattı. Ressam Alaaddin Aksoy, Kıymet Coşkun ve Tarık Akan da törendeydi.
Peki bu görkemli açılış töreni öncesi yani 11-12 Aralık 2012, Çarşamba günü ne oldu biliyor musunuz? Hatırlıyor musunuz? Nazım Hikmet Ran Heykeli’nde gemi güvertesi ve aynı zamanda sanık kürsüsünü temsil eden demirleri, kimliği belirsiz kişiler tarafından kesilerek çalındı. Bunun üzerine heykel kameralar ile koruma altına alındı.
Onarılan heykelin açılışı az önce okuduğunuz üzere yapıldı.
Heykeltıraşımız Kemal Tufan’a sanatın umman dünyasında tüm dünyayı eserleri ile donatıp bizi gururlandırdığı için kendisine teşekkür ediyor, sanat yolculuğunun takipçisi olduğumuzu ve eserlerinin korunması konusunda her zaman yanında hazır bulunduğumuzu bilmesini istiyoruz.
Siteyi takip edebilirsiniz: http://kemaltufan.com